Advertisement

İnsan için en fazla anksiyete yaratan durum belirsizliktir. Geleceği bilebilmek ise evrimsel bir arzu ve ihtiyaçtır. Peki geleceği tahmin etmek mümkün mü? Yoksa sadece kendimizi mi kandırıyoruz? Henri Poincaré'nin “Şans sadece cehaletimizin ölçüsüdür” sözü doğru mu? Karmaşık sistemler için, kesin tahminler yapmak mümkün değil. Buna rağmen genel hatları ile belirli potansiyel gelecekleri tahmin etmek mümkün. Bunun için de daha bütüncül yani birçok farklı alandan bilgiye dayanan tahminlerin genelde daha başarılı olduğunu düşünüyoruz.


İnsan doğasının binlerce yıl içinde pek değişmemiş olması tarihteki döngüleri yaratıyor. Tarihte benzer sebeplerin benzer sonuçlara yol açtığını görebiliyoruz. Bu da genel anlamda geleceğin bir açıdan öngörülebilir olmasını sağlıyor.


Koronavirüs (Covid-19) salgınının zaman zaman İspanyol Gribi ile karşılaştırıldığını biliyoruz. Birinci Dünya Savaşı’ndan daha çok insan öldüren “İspanyol Gribi”, 1918 ve 1919'da 675 bin Amerikalının ölümüne sebep oldu. 1920 ve 1921'de Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ekonomisinde görülen depresyona rağmen, daha önce eşi görülmemiş bir büyüme dönemine girdi ve ABD gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH) oranı 1921 ile 1929 yılları arası yüzde 42 arttı. ‘‘Kükreyen Yirmiler’’ olarak anılan bu dönemde Amerikalılar bir harcama çılgınlığı yaşadı. Likidite bolluğu, ucuz kredi ve spekülasyonun zirve yaptığı bu dönem, 1929 Borsa çöküşü sonrası yerini Büyük Buhran’a bıraktı. Bu dönemde FDR tarafından izlenen politikalar, “New Deal” özellikle istihdama yönelik alınan tedbirlerin yardımıyla orta kesimlerin ekonomik ve sosyal anlamda silinmesini önledi, radikal siyasi akımların şansını azalttı. Deflasyondan çıkan ABD ekonomisi ardından gelen ile büyüme döngüsünün istikrarı ve kalitesinde orta kesimin önemi büyüktü.


1920’li yıllarda, o zamanki adıyla Weimar Cumhuriyeti’nde yaşanan hiperenflasyon Keynes’in zamanında dikkate alınmayan uyarısında iddia ettiği gibi hem Versay Antlaşması’nın ağır şartları hem de 1922-1923 yıllarında Reichsbank başında bulunan Rudolf von Havenstein’in bilgisizliği ile uyguladığı genişlemeci politikalarının sonucuydu. Hiperenflasyon döneminde ağır darbe alan sabit gelirli orta kesimler, 1929 sonrası Büyük Buhran ile çöktü. Bu da radikal ve ekstrem hareketlerin yeşermesi için geniş alan yarattı. Daha on yıl öncesi alay konusu olan Adolf Hitler, 1934 yılında Şansölye oldu ve yaptığı ilk iş Weimar Cumhuriyeti anayasasının 48. maddesini kullanarak fiili bir diktatör haline gelmek oldu.


Aynı dönem, farklı iki ülke. Başlangıç şartları ve koşullar farklı olsa da yapılan tercihlerin geleceğin belirlenmesinde ne kadar etkili olabileceğini gösteriyor. Küresel ölçekte büyüyen gelir adaletsizliğinin ve orta kesimin alım gücünün gelir yerine borç ile ikame edilmesinin, ekonomileri daha kırılgan hale getirdiğine dair de bir örnek.


Biraz yakın tarih ekonomi ve piyasa deneyimlerine bakarak geleceğe yönelik çıkarımlarda bulunmaya çalışalım. Son 50 yıllık piyasa ortalamalarına bakacak olursak şunları görüyoruz; hisse senetleri resesyon döneminde gördükleri kayıpların neredeyse yarısından fazlasını resesyon bitmeden yaklaşık bir ay önce geri alıyor. Kayıpların yüzde 90 ile tamamı arasını ise ortalamada resesyon bittikten sonraki 3 ay ve 1 yıllık periyotta geri alıyor. Bunlar ortalamalar ve elbette istisnalar var. Çok önemli bir istisna olarak 2008 krizini gösterebiliriz. O dönem, hisse senetlerinin kayıplarını yarısını dahi geri alması resesyon bittikten sonra 6 ay sürmüştü. Dolayısıyla ortalama bir döngü ile karşı karşıyaysak; Mart diplerinden gördüğümüz hisse senedi performansı ortalamalara yakın. Fakat 2008 gibi bir durum ile karşı karşıyaysak hisse senedi performansları fazla iyimser gözüküyor. Bu bağlamda FED Başkanı Jerome Powell’in içinde bulunduğumuz durumu 2008 krizine benzetmiş olması bizce ilginç bir ayrıntı. Geleceği öngörebilmeyi ekonomi alanında zor hale getiren konulardan biri de çoğu önemli verinin gecikmeli açıklanması. Örneğin resesyon ‘’başladı’’ ve ‘’bitti’’ gibi hükümleri vermek için bile aradan aylar geçmesi gerekiyor.


FED Başkanı Powell dahil çoğu kimsenin baktığı 2008 küresel krizi ile karşılaştırma yapmaya çalışalım. FED, Haftalık Ekonomik Gösterge (WEI) adında yeni bir ekonomik gösterge oluşturdu. WEI'yi diğer göstergelerden ayıran şey, ekonomik faaliyetin diğer metriklerden çok daha sık yenilenmesi, yani geniş ölçekte ABD ekonomisinde olup bitenlerin daha gerçek zamanlıya yakın analize olanak sağlaması. 2008 yılında WEI’de gördüğümüz yüzde 4’lük gerileme, o sene ABD ekonomisinde görülen gerileme ile mükemmel bir şekilde örtüştü. O dönem endeks 61 hafta negatif kalmıştı. Şu an ise endeks yüzde 12 aşağıda ve yedi haftadır eksi bölgesinde. Bu seneki resesyonun çok daha keskin olduğunu düşündürürken gelecek olan toparlamanın zamanı ve gücü konusunda ise henüz bir işaret vermiyor. 2008’de ABD şirket karlarının tepeden dibe yüzde 77 azaldığını da not edelim. Gerçek zamanlıya yakın veri olarak anketler de önemli. JPMC Enstitüsü araştırmalarına göre; ABD'deki küçük işletmelerin sadece yüzde 50'sinde iş kesintilerine karşı maddi anlamda 15 günlük kaynakları bulunmaktadır. Hane halkları arasında sadece en üst beşte birlik kısımda bozulmaya dayanacak kaynak bulunuyor. Yani Amerikalıların yaklaşık yüzde 80'i bu anlamda savunmasız.
Bu veriler, bize krizde olası bir İkinci Aşama’nın, bireysel ile küçük ve orta ölçekli şirketler iflasları olabileceğini düşündürüyor. Bunları çözmek ve bu çözümleri organize etmek ise meşakkatli olacaktır. Genellikle serbest piyasanın ve demokrasinin temel direği sayılan orta sınıfların finansal kriz sonrası durumu, sadece piyasa performansları açısından değil, ülke ekonomi ve sosyal sonuçları açısından da oldukça önemli olacak.


1941'de ABD, Büyük Bunalım'dan yeni çıkmıştı. Bu dönüşüm yıllarında Isaac Asimov, insan gözlemlerini ve sosyal sorumluluk unsurlarını bilim kurguya katıyordu. Nightfall kitabı da dogmaları sorgulayan eserlerinden biridir. O dönem artık yazamayacağını düşünen Asimov’un bu dönemi atlatmasında, tarihçi Edward Gibbon’ın “The Decline and Fall of The Roman Empire” kitabını okuması etkili olmuştur. Ardından en önemli eseri kabul edilen Vakıf Üçlemesi de dahil 14 eser yazmıştır. Az bilinen “Nightfall” isimli kitap, Lagash denilen gezegende geçer. Lagash’ta her zaman gündüz vardır çünkü altı güneşe sahip bir yıldız sisteminde bulunur. Hikâye, uygarlıklarının birçok kez döngüsel olarak tekrarlanan bir çöküşe doğru ilerlediğini keşfeden bir grup bilim insanının etrafında geçer. Dogmatik görüşlere sahip ve bilginin gücünden korkan insanların gücünün ağır basması ile döngü bir kez daha tekrarlanır ve Lagash’ta medeniyetin sonu gelir. İlginç olan, medeniyetin sonunu korkulduğu gibi bir doğa olayı değil, bilgi yerine dogma ve egoya yenik düşen, karanlıktan kurtulmak için her şeyi ateşe veren insanlar getirir.