HABERLER ABONE OL

Birinci Dünya Savaşı, emperyalist güçlerin bir anlamda nüfuz mücadelesiydi. Diğer ifadeyle de ülkelerin adeta var olma/olmama mücadelesiydi. Osmanlı Devleti yaklaşık bir asır önce 'hasta adam' olarak nitelendirilmiş ve emperyalist ülkeler nezdinde geri sayım başlamıştı. Şimdi 'hasta adam'ın mirası iştah kabartıyordu. Şark Meselesi diye adlandırılan bu süreç Osmanlı açısından 1. Dünya Savaşı'nı neticelendiren Mondros Mütakeresi (ateşkes antlaşması) bu yönüyle Şark Meselesi'nin hesabının görülmesi için ilk adım sayılacaktı.

Sonun başlangıcı: Mondros Mütarekesi

Mondros Ateşkes Antlaşması, İtilaf Devletleri ve Osmanlı arasında gerçekleştirilen, Osmanlının savaş yenilgisi sonrasında imzalandı. Bu antlaşmaya Osmanlı, İtilaf Devletleri (I. Dünya Savaşı'nda İngiltere, Fransa, Sırbistan ve Rusya İmparatorluğu'nun oluşturduğu ve daha sonra İtalya, Yunanistan, Portekiz, Romanya ve ABD'nin katıldığı devletler) için açık bir hale geldi. Bunun yanı sıra antlaşma içerisinde Osmanlı'nın belli bölümlerinin işgal edilmesine dair maddeler yer aldı. Ayrıca Osmanlı Devlet'inin yaptığı tüm işgallerin sınırlarından kuvvetlerini çekmesi gerektiği bildirildi.

Mondros Ateşkes Antlaşması çok ağır şartlar içeren, Osmanlı'nın bölünüp parçalanmasına yönelik olan mutabakat olarak tarihte yerini aldı. Osmanlı fiilen olmasa bile teorik olarak işgal edilmiş, alınan kararlar İtilaf Devletlerinin eline geçmişti.

Limni adasında bir liman

Osmanlı adına Bahriye Nazırı olarak görev yapan Rauf Bey ile İtilaf Devletleri arasında Limni Adası'nın Mondros Limanı sınırlarında imzalandı. Ateşkesin imzalandığı tarih, 30 Ekim 1918 olarak kayıtlara geçti. Antlaşmaya göre İtilaflar ile Osmanlı arasındaki savaş, 31 Ekim öğle zamanında son bulacaktır.

Ateşkesin ağır şartları

Mondros Ateşkes Antlaşması toplamda 25 maddeyi içeriyordu.

Bu maddeler özetle şöyleydi:

- Osmanlı Devleti suları içerisinde bulunan tüm mayınlar taranarak temizlenecektir.

- İstanbul ve Çanakkale Boğazları açılacak, Karadeniz işgal edilecektir.

- İtilaf Devletleri esirleri ile Ermeni esirler İstanbul'da şartsız şekilde İtilaflara iade edilecektir.

- Osmanlı ordusu hudutların korunması ve asayişin temini dışında terhis edilecek.

- İtilaf Devletlerini tehdit edici bir durum olması halinde, buraya işgal gerçekleşebilecektir.

- İtilaflar Osmanlının demir yollarından istifade edebileceği gibi tüm Osmanlı ticaret gemileri İtilaf Devletlerinin emrinde olacaktır.

- Hükumet haberleşmeleri haricinde tüm telgraf, telsiz ve kabloların denetimleri Osmanlı Devleti denetiminde olacaktır.

- Toros Tünelleri İtilaf Devletleri tarafından işgal edilecek.

- Osmanlı'ya ait tüm savaş gemileri teslim olacak, gösterilen limanların içerisinde İtilaf Devletleri tarafından göz altında tutulacaklardır.

Osmanlı Devleti fiilen sona eriyor

Mondros Mütakeresi maddelerinin hemen hiçbirisi Osmanlı Devleti lehine bir sonuç içermedi. Şartlara ağırlığı bir yana bu durum Osmanlı Devleti'nin fiilen sona erdirilmesi demekti. Böylece; Anadolu'nun tüm toprakları işgale açık hale geldi. Osmanlı ordusu terhis edilmiş, tüm iletişim araçlarına el konuldu. Bu durum Osmanlı'nın tamamen savunmasız kalmasına yol açtı. 7. maddeye göre Osmanlı işgal edilebilir duruma geldi. Ayrıca antlaşmanın 24. maddesinde Doğu Anadolu Bölgesi sınırlarında Ermeni Devleti kurulması amaçlandı. Antlaşmanın uygulamaya konulmasının hemen ardından İtilaf Devletleri Anadolu'da işgallere başlamıştır. Böylece İtilaf Devletleri asıl hedeflerinin ne olduğunu göstermişlerdir.

Osmanlı Padişahı Vahdettin mütareke metnini öğrendiğinde "Şartları çok ağır olmasına rağmen kabul edelim, biz sonra İngilizlerin hoşgörüsüne nail olacağız" demişti. Pek çok komutan mütarekenin Türk milletinin adeta 'ölüm fermanı' niteliğinde olduğunun farkındaydı. İşte bu günlerde Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı'na atanan Mustafa Kemal Paşa'ya göre bu tablonun özeti şuydu: Osmanlı Devleti bu mütareke ile kendisini kayıtsız şartsız düşmanlarına teslim etmeye razı olmuştu.

"geldikleri gibi giderler"

Ve beklenen oldu...

13 Kasım 1918… Birinci Dünya Savaşı'nın galibi İtilaf devletleri, 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan, 4 Yunan gemisi ve 6 denizaltıdan oluşan tam 61 parçalık donanma ile İstanbul'u işgal etmişlerdi. Tarih 13 Nisan 1919’u gösterdiğinde Kars, İngilizler tarafından işgal edildi. Ardından; 16 Nisan 1919’da Fransızlar, Afyonkarahisar’ı işgal etti. 20 Nisan 1919’da Gürcü Birlikleri, Ardahan’a girdi ve 24 Nisan 1919’da İtalyan askerleri, Konya’ya girdi.

Adım adım Kurtuluş Savaşı’na gittiğimiz o günlerde; İngilizler Çanakkale, Musul, Batum, Antep, Konya, Maraş, Samsun, Bilecik, Merzifon, Urla ve Kars'ı, Fransızlar ise; Trakya'daki demiryolunun önemli istasyonlarını, Dörtyol, Mersin, Adana ve Afyon istasyonunu işgal ettiler.İngilizler tarafından işgal edilen, Güney Doğu'daki bazı iller daha sonradan Fransızlara terk edildi. İtalyanlar ise Antalya, Kuşadası, Bodrum, Fethiye ve Marmaris'i işgal etti. Konya ve Akşehir'e de asker yolladılar. Mondros Mütarekesi'nin Doğu Anadolu'da 6 vilayetin Ermenilere bırakılacağına ilişkin maddesi Ermenileri harekete geçirdi.

Mustafa Kemal işte tam da o gün tarihe not düşecek o sözünü, Boğaz'a sıra sıra kale gibi demirleyen demir zırhlılara bakarak söylemişti: Geldikleri gibi giderler!

Türk milleti bir taraftan teşkilatlanırken diğer yandan da işgallere karşı fiili olarak tepkisini göstermekte gecikmedi. Mütareke sonrası başlayan işgaller, işgal bölgelerinde endişe ve kaygı yarattı. Milli teşkilatlanma devreye girdi. Bunun tam karşısında ise milli varlığa düşman ve milli mücadele aleyhtarı faaliyetler de boy gösterdi. İzmir'in işgali ateşlenmeyi bekleyen fitili ateşlemekte gecikmedi.

Ve 30 Nisan 1919’da Mustafa Kemal, 9. Ordu Müfettişi oldu.

Mustafa Kemal Paşa Samsun'da

Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da bulunduğu sürede diğer silah arkadaşları Kâzım Karabekir, Ali Fuad, Rauf ve İsmet Beylerle birlikte Şişli’de yaptıkları toplantılarda vatanın içinde bulunduğu durum karşısında Türk milletinin kurtuluş çarelerini arıyorlardı. Samsun ve çevresindeki asayişi sağlamak için Mustafa Kemal Paşa, 30 Nisan 1919'da askeri ve sivil yetkilerle Dokuzuncu Ordu Müfettişliği'ne tayin oldu. Kazım Karabekir Paşa da Tekirdağ'daki 14. Kolordu Komutanlığı'ndan Doğudaki 15. Kolordu'ya atandı. 3 Mayıs 1919'da Erzurum'a geldi. 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa ise Anadolu'ya geçti. Mustafa Kemal Paşa'nın bu tayini müfettişlik bölgesindeki asayişi sağlamak olarak görünse de esas amacı Milli Mücadele'yi başlatmaktı. Başta Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak ve Cevat Çobanlı olmak üzere Genelkurmay'daki vatansever subayların da katkıları ile tayin hazırlıklarını tamamlayan Mustafa Kemal, 16 Mayıs'ta yanında karargah heyetiyle birlikte Bandırma vapuru ile Samsun'a hareket etti. 19 Mayıs'ta Samsun'a çıktı. Burada ülkenin her tarafındaki askeri ve mülki erkan ile irtibata geçerek halkı Milli Mücadele fikri etrafında birleştirmeye çalıştı.

Bağımsızlığa giden sürecin başlangıcı: Amasya Genelgesi

Kurtuluş Savaşı'nın ilk kilometre taşı Samsun oldu. Ardından Mustafa Kemal Paşa 12 Haziran'da, 18 arkadaşıyla birlikte Amasya'ya geldi ve çalışmalara burada devam etti. 21-22 Haziran gecesi bir genelge hazırladı. Yanında bulunan Ali Fuat, Refet ve Rauf Beylerle karargah heyetinin de imzaladığı ve Erzurum'da bulunan Kazım Karabekir ve Konya'da Mersinli Cemal Paşa'nın da telgrafla onayladığı genelge 22 Haziran günü askeri ve sivil makamlara gönderildi. Genelgenin özü şöyleydi:

Amasya Genelgesi, İstanbul Hükümeti'nin bağımsızlığını kaybetme tehlikesini ve etkisizliğini tanımlamış ve milletin kararlılığına ve kararına bağlı olan bağımsızlığa giden yolu belirtmiştir. Bu nedenle Genelge direnişi yürütmek için bir yönetim kurulu ihtiyacını belirtmiş ve Sivas'ta kongre yapılması çağrısı yapmıştır.

Milli mücadelenin kilit taşı

Erzurum Kongresi 23 Temmuz ile 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum'da düzenlendi. 17 Haziran'da Vilâyât-ı Şarkıye Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum şubesi tarafından toplandı. Erzurum Kongresi, Erzurum Umûmî Kongresi veya Umûmî Erzurum Kongresi olarak da bilinmektedir. Düşman işgalindeki vatan toprağını kurtarmak için bağımsızlığa giden zorlu yolu Erzurum'dan sürdüren Atatürk ve silah arkadaşları, bu kongre sayesinde ülkenin bağımsızlığa giden yolunu açtı.

Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri atılıyor: Erzurum Kongresi

Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin atıldığı Erzurum Kongresi, ulusal egemenliğin koşulsuz olarak gerçekleştirilmesine karar verilen ilk kongre olması ve Milli Mücadele'nin rotasının çizilmesi açısından önem taşıdı. Erzurum Kongresi, hiçbir baskı ve yönlendirme olmadan Türk milletinin kendi hür iradesiyle almış olduğu milli bir kararın hayata geçirilmesiyle Türk milletinin var olduğu ve var olmaya devam edeceğinin en önemli göstergesi oldu. Ulu Önder Atatürk ve arkadaşları, 23 Temmuz 1919'da emperyalist güçlerin Osmanlı topraklarını paylaşmaya çalıştığı dönemde, Erzurum Kongresi ile Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin atılmasını temin etti.

Erzurum kongresinde vurgulanan görüş; Tam Bağımsızlık ve Milli Egemenlik olarak özetlenebilir. Erzurum Kongresi, hiçbir baskı ve yönlendirme olmadan Türk milletinin kendi hür iradesiyle almış olduğu milli bir kararın hayata geçirilmesiyle Türk milletinin var olduğu ve var olmaya devam edeceğinin en önemli göstergesi oldu.Türk milletinin var olma mücadelesindeki ilk refleksini ve kararlılığını gösterdiği tarihi kongrede alınan "Milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür, parçalanamaz" kararı ile Milli Mücadele yolunda büyük bir aşama kaydedildi.

Milli Mücadelenin mihenk taşı: Sivas Kongresi

Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919'da Samsun'da başlattığı ulusal kurtuluş mücadelesini Amasya'dan sonra, 27 Haziran 1919'da ''güvenilir kent'' olarak gördüğü Sivas'a gelerek sürdürdü. Sivas'ta yapılan toplantıda ülkenin durumu görüşülerek en kısa zamanda kentte milli bir kongre yapılmasına karar verildi.

Erzurum Kongresi’ne katılmak üzere Amasya'dan ayrılan Mustafa Kemal Paşa, 27 Haziran 1919 günü Sivas'a geldi ve Sivas halkı tarafından coşkuyla karşılandı.

Sivas'a 2 Eylül 1919 günü yeniden gelen ve 18 Aralık 1919'a kadar burada kalan Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki heyet tarafından 4 Eylül 1919 Perşembe günü saat 14.00'te bugünkü Atatürk Kongre ve Etnografya Müzesi binasında, Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin atıldığı Sivas Kongresi yapıldı.

Manda tartışmaları

Kayıtlara göre resmi çalışmaları 7 gün süren kongrede, Mustafa Kemal Atatürk başkanlığında ulusun kurtuluşu için çeşitli gündem maddeleri görüşüldü. 8-9 Eylül 1919 tarihlerinde "manda" tartışmalarının yaşandığı kongre, 11 Eylül 1919'da sonuç bildirgesinin yayımlanmasıyla kapandı.Mustafa Kemal Paşa ve Heyet-i Temsiliye, 12 Eylül 1919'da halkın da katılımıyla gerçekleştirilen toplantıda, ulusun kurtuluşu için önemli kararların yer aldığı kongre beyannamesini yayımladı.

'Manda ve himaye kabul olunamaz'' gibi ulusun kurtuluşu için çok önemli kararların alındığı kongrede, ilginç bir olay da yaşandı. Yurdun çeşitli yörelerinden delegelerin katılımıyla 4 Eylül 1919 tarihinde düzenlenen ve "manda' konusunun da tartışıldığı kongrede, öğrenci arkadaşlarının temsilcisi olarak, aralarında topladıkları para ile kente gelen Hikmet ismindeki askeri tıbbiye öğrencisi de bulunuyordu. Heyecanlı manda tartışmalarının yaşandığı 8 Eylül akşamı, Mustafa Kemal Paşa'nın odasında yapılan toplantıda, askeri tıp öğrencisi Hikmet, şunları dile getirdi:

"Paşam, delegesi bulunduğum tıbbiyeliler, beni buraya istiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa bunlar her kim olursa olsun, şiddetle ret ve takbih ederiz. Farzı muhal, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal'i vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel'in ederiz".

"YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM"

Bu sözler karşısında duygulanan ve "Arkadaşlar gençliğe bakın, Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin" diyen Mustafa Kemal Paşa, daha sonra Hikmet Bey'e dönerek, "Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, ekalliyette (azınlıkta) kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez, ya istiklal, ya ölüm" dedi.

O dönem, Sivaslı kadınlar, Trabzon ve Erzurum'dan gelen çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan göçmenlerle yakından ilgilendi. Mustafa Kemal Paşa'nın Türk kadınlarının da Milli Mücadele'ye örgütlü olarak katılması gerektiğini ifade etmesi üzerine Sivaslı kadınlar dernek kurmak için çalışmalara başladı. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti adı verilen dernek, 9 Aralık 1919'da kuruldu.

Atatürk başkanlığında 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında gerçekleştirilen Sivas Kongresi ile Mustafa Kemal Paşa'nın gençlik yıllarından beri düşündüğü ve seslendirdiği, Samsun'a çıktığı andan itibaren resmi yazışmalarında en önemli mesele olarak yer verdiği "milli egemenlik" ve "milli irade" kavramları devlet hayatına yansıtılmaya başladı.

Halkın bütününü kapsayan ilk örgütsel faaliyet Sivas'ta gerçekleştirildi ve Sivas Kongresi, şekli ve içeriği itibarıyla adeta milli bir meclis işlevi gördü. Kongrede yeni seçilen üyelerin katılımıyla yurdun tamamını kapsayan Heyeti Temsiliye, ülkenin kaderinde birinci derecede söz sahibi bir kurul halini aldı, ulusal hareketin meşru organları biçimlendirilmiş oldu.

7 günlük çalışmayla Sivas Kongresi, devletin önündeki engelleri ortadan kaldırarak, halkı bir bütün halinde, çizdiği program doğrultusunda harekete geçirmeyi sağladı.

Diğer kongreler

Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde vatanın kurtuluşu çareleri aranırken, Batı Anadolu’nun bazı yerlerinde de çeşitli toplantılar yapılıyor, Yunan işgallerine karşı kararlar ve tedbirler alınıyordu. Yunan işgaline karşı mücadele eden Kuva- yı Milliye’nin sevk ve idaresiyle iaşesi için 28 Haziran 1919’da Balıkesir’de bir kongre toplandı. Balıkesir ve komşu ilçelerden katılımın olduğu bu kongrede Bursa eski valisi Hacim Muhiddin (Çarıklı) Bey’in başkanlığında bir heyet seçildi ve cephenin takviyesi hususunda bazı kararlar alındı.

Kongreler listesinde önemli noktalar göze çarpmaktadır. İlk kongrenin Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalanmasından 5 gün sonra, Türk ordusunun bölgeyi boşaltması olasılığına karşı, 5 Kasım 1918’de Kars’ta yapıldığı ve sonrasındaki 5 kongrenin de Kars ve Ardahan’da yapıldığı görülmektedir. Atatürk’ün katıldığı ilk kongre olan Erzurum Kongresi’ne kadar 11 kongre düzenlenmiş olduğu ve en dikkati çekenin ise Sivas Kongresi’nden sonra yani Trakya ve Anadolu’daki tüm derneklerin Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilme kararından sonra da Trakya ve Batı Anadolu’da kongrelerin devam etmesi, Afyon ve Pozantı kongreleri hariç 11 kongrenin daha yapılmış olmasıdır.

Son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı toplanıyor

Sivasa Kongresi kararlarının ülkede büyük etkisi olmuştu. Halkın ve aydınların büyük bölümü gerçekleri görürken, Damat Ferit Hükümeti itibar kaybetti ve neticede hükümet düştü. Yerine Ali Rıza Paşa kabinesi kuruldu. Ali Rıza Paşa, ülke menfaati için Heyet-i Temsiliye ile temasa geçmenin gerekliliğine inanıyordu. Bu maksatla hükümet üyesi Salih Paşa'yı Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Amasya'ya gönderdi. 20-22 Ekim 1919 tarihlerinde yapılan görüşmeler sonunda bir protokol imzalandı. Tarihe Amasya Protorolü olarak geçen bu kararların en başta gelen neticesi, İstanbul Hükümeti'nin Heyet-i Temsiliye'yi resmen tanımış ve kararlarını dikkate almış olmasıdır.

Son Osmanlı Meclisi Amasya Görüşmeleri'nde alınan kararlar üzerine 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı.Mecliste İstanbul Hükümeti ve Anadolu halkını temsil eden milletvekilleri bulunuyordu. Anadolu'dan gelen istekle İstanbul Hükümeti meclis çalışmalarını başlattığında ne Mustafa Kemal Paşa'nın meclis başkanlığı söz konusu olmuş, ne de millî teşkilatın amaç ve hedeflerine hizmet edecek bir Müdafaa-i Hukuk Grubu kurulabilmişti. Ancak mecliste bulunan Müdafaa- i Hukukçular, Rauf Bey'in başkanlığı altında “Felah-ı vatan Grubu” adıyla bir grup kurmuşlardır.Meclis-i Mebusan'ın yaptığı en önemli faaliyet Misakımillî'yi kabul etmesidir. Mecliste bulunan Millî Mücadele taraftarları Misakımillî'nin kabul edilmesini sağlamışlardır. (Böylece bütün Anadolu ulusal bağımsızlığın yanında yer almış oluyordu.

Sevr Antlaşması

Sevr Antlaşması 1. Dünya Savaşını sona erdiren antlaşma olarak karşımıza çıkar. Savaşı kazanan İtilaf Devletlerinin yenilgiye uğratmış olduğu diğer ülkeler olan Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan ile derhal barış antlaşması imzalamasına rağmen Osmanlı Devleti ile yapacakları anlaşma konusunda İtilaf Devletlerinin kendi aralarındaki uyuşmazlıklar sebebiyle bu antlaşmanın geciktiği görülür. Aslında yapılacak olan antlaşmasının gecikmesinin asıl sebebi İtilaf Devletlerinin Osmanlının topraklarını paylaşma konusunda anlaşmazlıklar yaşamalarıdır. Elbette bunun dışında başka sebepler de bulunur; İtilaf Devletlerinin Osmanlı Devletini nasıl paylaşacakları konusunda tam olarak karar verememeleri, İngiltere ve İtalya arasında İzmir'in Yunanlara verilmesiyle ortaya çıkan anlaşmazlıklar ve Türk halkının işgal kuvvetlerine karşı tepki göstermesi....

18 Ocak 1919'da toplanan Paris Barış Konferansında İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına karar vermiştir. Bu konferans sırasında Osmanlının parçalanmasını hedef alan maddelerin ilke gibi görüldüğünü söyleyebilmek mümkündür. 24 Nisan 1920'de toplanacak olan San Remo Konferansına katılarak belirlenen anlaşma maddelerinin Osmanlı Devletine duyurulması için İtilaf Devletleri Osmanlıdan bir temsilci gönderilmesini ister. Konferansa Tevfik Paşa başkanlığında bir heyet gönderilir, ancak Tevfik Paşanın antlaşma maddelerinin bağımsızlığı tehlikeye düşürücü niteliklere sahip olması sebebiyle bu düşüncesini bildirerek geri dönmesi söz konusudur.

Anlaşmanın derhal yürürlüğe girmesini isteyen Yunan kuvvetleri 22 Haziran 1920'de Balıkesir, Bursa, Uşak ve Nazilli'yi işgal eder. Bunun yanı sıra Trakya'dan da saldırıya geçerek Tekirdağ'a kadar olan toprakları da işgal ederler. Durum böyle olunca İstanbul Hükumeti antlaşmanın kabul edilmesine karar verir. Her ne kadar bu durumun anayasaya göre Mebusan Meclisi'ne danışılarak karar verilmesi gerekiyor olsa da Meclis kapatılıp dağıtıldığı için Padişah ve Sadrazam tarafından barış görüşmelerinin başlatılması ve kabul edilebilmesi için 22 Temmuz 1920'de Saltanat Şurası toplanır.

Saltanat Şurası'nda bulunan üyelerden sadece Rıza Paşa antlaşmanın kabul edilmemesi gerektiği yönünde oy kullanır. Bunun üzerine Bağdatlı Hadi Paşa, Rıza Tevfik Bey ve Reşat Halis Beyden oluşan şura Fransa'ya gider ve Paris yakınlarında bulunan Sevr kasabasında 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması imzalanır.

Sevr Antlaşmasınan Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Ermenistan, Yunanistan, Polonya, Hicaz, Romanya, Çekoslovakya ve Sırp-Hırvat-Sloven devletleri imza atmıştır.

Antlaşma her ne kadar pek çok ülke tarafından imzalanmış olsa da Türk milleti tarafından hiçbir zaman kabul görmemiş ve uygulamaya konulamamış bir antlaşma olarak tarihteki yerini alır.

Buna göre;

İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkenti olarak kalacak, ancak Osmanlı devletinin antlaşma maddelerine uymaması durumunda İstanbul Türkler'den alınacaktır.

Çanakkale ve İstanbul Boğazı her zaman tüm devletlerin gemilerine açık tutulacak, uluslararası bir komisyon boğazları yönetecek; ancak bu komisyonda Türk üye bulunmayacaktır. Ayrıca bu komisyonun ayrı bir bütçesi ve bayrağı olacaktır.

Anadolu'nun doğusunda iki yeni devlet kurulacaktır.

Ege Bölgesinin büyük bir bölümüyle İzmir Yunanlılara verilecektir. Ayrıca Midye-Büyükçekmece çizgisinin batısında bulunan Trakya bölümü de Yunanlıların olacaktır.

Arabistan ve Irak İngiltere'ye verilecektir.

Antep, Mardin, Urfa ve Suriye Fransa'ya verilecektir. Ayrıca Adana'dan Kayseri ve Sivas'ın kuzeyine kadar uzanan bölge de Fransa'nın nüfusu altında bulunacaktır.

İzmir bölgesi dışında bulunan tüm Batı Anadolu, Afyon'dan Kayseri'ye kadar olan bölümün güneyinde kalan topraklar İtalyan nüfuz bölgesi olacaktır.

Osmanlı Devletinin askeri gücünün sınırı 50.700 olacaktır. Ayrıca ordunun ağır silah ve uçakları bulunmayacak, deniz kuvveti de 13 savaş gemisi ile sınırlı olacaktır.

Azınlıklara geniş haklar verilecektir.

Mali ve adli ayrıcalıklar en ağır şekilde müttefik devletlere açık olacaktır.

Sevr Antlaşmasının sonuçları

Antlaşma, Türk milletinin umutsuzluğa sürüklenmesine neden olmamış, aksine mücadele gücünü ve kararlılığını artırmıştır.

Antlaşma, Mebusan Meclisinde onaylanmadığı için yasal dayanaktan yoksun kalmıştır.

19 Ağustos 1920'de toplanan TBMM, bu antlaşmayı imzalayanların ve bu antlaşmayı onaylayanların vatan haini sayılmalarını kabul etmiştir.

TBMM, bu antlaşmayı tanımadığını ilan etmiştir.

Antlaşma, 1. Dünya Savaşından sonra uygulamaya konulamayan tek anlaşma olmuştur.

TBMM TARAFINDAN TANINMADI

Bu antlaşma Osmanlı Devleti'nin imzalamış olduğu son antlaşma olarak tarihe geçmiştir.

Mebusan Meclisinin onayından geçmemiş olması sebebiyle hukuken geçersiz bir antlaşma olarak görülür.

Misak-ı Milli'ye aykırı olması ve Türk milletinin bağımsızlığını ortadan kaldırıyor olması sebebiyle TBMM tarafından tanınmamıştır.

Türk halkı tarafından onay verilmemiş ve düşmanla savaşarak işgalcilerin Anadolu'dan atılması ile anlaşmanın uygulanması engellenmiştir.

İmzalandığı halde yürürlüğe girmemiş bir antlaşmadır.

Osmanlı Devletinin fiilen sona erdiği antlaşmadır.

Misak-ı Milli

İstanbul'da toplanan son Osmanlı Meclisi tarafından bu bildiri 28 Ocak 1920 yılında oybirliği ile kabul edildi ve kabul edildikten sonraki 17 Şubat'ta kamuoyuna açıklandı. Bildiri, Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdirecek olan barış antlaşmasından Türkiye'nin kabul ettiği askeri şartları içeriyordu. Bildiri Mebusan Meclisi'nde "Ahd-ı Milli Beyannamesi" adıyla kabul edilmiş; daha sonradan " Misak-ı Milli" olarak adlandırılmıştır. Her iki deyimle 'Ulusal/Milli Yemin' anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları, tabi bazı ayrıntılar hariç, Misak-ı Milli ilkeleri doğrultusunda gerçekleşmiştir.

Misak-ı Milli'de alınan kararlar

Erzurum ve Sivas civarlarında oluşan kongrelerinde saptanıp ve ardından olgunlaştırılan ilkeler doğrultusunda son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından gizli oturumda oy birliği ile 28 Ocak 1920 tarihinde alınan ve Türkiye'nin kabul edebileceği barış koşullarını açıklayan 6 maddelik bildiridir. Misak-ı Milli temelinde Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık savaşlarının bir programı niteliğindedir.

6 Maddeden Oluşan Misak-ı Milli kararları özetle şöyle:

Arap kökenli halkın oturduğu aynı zamanda Mondros Mütarekesi imzalandığı tarihte yabancı devletlerin işgal ettikleri bölgelerin gelecekleri, halkın serbest ve kendi oyuyla belirlenecektir; Mütareke sınırları içerisinde Osmanlı- İslam çoğunluğunun çoğunluk olarak yerleşmiş bulunduğu kısımların tümü, gerçekte ya da hükmen hiçbir neden ile birbirinden ayrılmayacak bir bütündürler. İlk serbest bırakıldıkları anda tekrardan kendi istekleri doğrultusunda ana vatana katılan Kars, Ardahan ve Batum'da gerekirse tekrardan bir halk oylaması yapılabilecektir. Batı Trakya'nın hukuki durumu da halkın kendi özgürlüğü içinde verecekleri oylarla saptanacaktır. İstanbul ve Marmara Denizinin her türlü güvenliği, tehlikeden uzak tutulması, Boğazların ise ticaret gemilerine açılması ile ilgili devletler aralarındaki anlaşma ile sağlanmalıdır. Misak-ı Milli kararları doğrultusunda belirlenen ilkeler çerçevesinde azınlıkların hukuki hakları, komşu ülkelerde yer alan Müslümanlarında aynı haklardan yararlanması koşuluyla azınlıklar güvence altında olacaktır. Türkiye'nin siyasal, adli ve mali olarak tam bağımsızlığı kabul edilecektir; bu konularda hiçbir kayıt ve kısıtlama getirilmeyecektir.

TBMM Açıldı

Mustafa Kemal hep Meclis-i Mebusan'ın İstanbul'da değil Ankara'da toplanmasını savunuyordu. Çünkü işgal atındaki İstanbul'da toplanmak riskli olmaktaydı. Fakat Heyet-i Temsiliye'nin aldığı kararla İstanbul'da toplandı ve Meclis-i Mebusan üyelerini seçmek için seçim yapıldı. Her bölgede Müdafa-i Hukuki Cemiyeti temsilcileri kazandı. Bu seçimleri kazanarak yeni açılacak Meclis-i Mebusan'a üye olan kişilerle Heyet-i Temsiliye görüşme yaparak bu kişilere Misak-ı Milli kararlarını kabul ettirdi. Meclis-i Mebusan'da yapılan çalışmalar sonucu Misak-ı Milli kararları kabul edildi.

Lozan Antlaşması

1. Dünya Savaşı sonucunda 24 Temmuz 1923'te İsviçre'nin Lozan şehrinde imzalanan antlaşmaya, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri katıldı.

TBMM Hükümetini, İsmet İnönü başkanlığında Dr. Rıza Nur Bey ve Hasan Saka'dan oluşan heyet temsil etti.

20 Kasım 1922'de başlayan görüşmeler boğazlar sorunu, kapitülasyonlar, Musul-Kerkük ve Osmanlı Devleti'nin borçları gibi nedenlerden dolayı kesilmesinin ardından 23 Nisan 1923'te yeniden başladı.

Görüşmeler sonunda varılan anlaşmaya göre, Suriye sınırı 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Antlaşmasıyla belirlendiği şekilde kabul edildi.

Irak sınırının ileride İngiltere ve TBMM arasında yapılacak bir görüşme ile belirlenmesine karar verildi.

Yunanistan sınırı, Mudanya Antlaşması'nda olduğu şekliyle kabul edilirken Yunanistan, savaş tazminatı olarak Karaağaç'ı Türkiye'ye bıraktı.

Antlaşmayla Sovyet sınırı, Gümrü, Moskova ve Kars Antlaşması ile belirlendiği gibi kaldı, Doğu Anadolu'da bir Ermeni Devleti kurulmasından vazgeçildi.

Kapitülasyonlar Lozan Antlaşması ile kesin olarak kaldırılırken, Bozcaada ve Gökçeada Türkiye'ye bırakıldı. İtalyanlara bırakılan On İki Ada, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra İtalya'nın çekilmesiyle Yunanistan'a bırakıldı.

Tüm azınlıklar Türk vatandaşı kabul edildi

Antlaşma uyarınca Türk Devleti'nin sınırları içindeki yabancı okulların Türk kanunlarına uyması, okulların öğreniminin Türk Devleti tarafından düzenlenmesi kayıt altına alındı.

Fener Rum Patrikhanesi'nin yabancı kiliselerle ilişki kurmaması şartıyla Türkiye'de kalması kabul edilirken, azınlıklara verilen ayrıcalıklar kaldırıldı, tüm azınlıklar Türk vatandaşı kabul edildi.

Anlaşmayla İstanbul'daki Rumlar hariç diğer yerlerdeki Rumların Yunanistan'a, Batı Trakya hariç diğer illerdeki Türklerin ise Türkiye'ye gönderilmesi suretiyle iki ülke arasında nüfus mübadelesine karar verildi.

20 Temmuz 1936'da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile de Lozan'da üzerinde en çok durulan başlıklardan Boğazlar konusu çözüme kavuşturuldu.

Antlaşma, 143 madde, önsöz ve 4 bölümden oluştu.

143 madde, bir önsöz ve 4 bölümden oluşan Lozan Barış Antlaşmasının ön sözünde, devletlerin istiklal ve hakimiyetine saygı gösterilmesi prensibine yer verildi.

Lozan Barış Antlaşması, I. TBMM tarafından imzalanırken, II. TBMM tarafından onaylandı. Antlaşmayla, Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığı ve Misakımilli, itilaf devletleri tarafından resmen tanındı ve kabul edildi, Sevr Antlaşması da geçersiz hale geldi.

Ülke sınırları Irak sınırı hariç belli oldu ve Türkiye açısından I. Dünya Savaşı sona erdi.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk'ta, Lozan Barış Antlaşması'na ilişkin yaptığı tanımlamada, "Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş bir suikastın yıkılışını ifade eden bir belgedir." ifadelerine yer verdi.

Yönetim Krizi

Lozan Antlaşmasının imzalanmasından hemen sonra Rauf Orbay’ın Başbakanlıktan, Ali Fuat Cebesoy’un da Meclis 2. Başkanlığından istifası ciddi bir sıkıntı yaratmıştı. Bu istifalar, Atatürk’e de bir tepki, hatta gözdağıydı. Üç ay önce tüm dünyaya bağımsız bir devlet olduğunu eden TBMM, hükümet kuramıyordu. O gün yürürlükte olan yasaya göre, bakanlar kurulu üyeleri Meclis tarafından ayrı ayrı ve gizli oyla seçiliyordu.

Bu yöntem kendi içinde ve başbakanla uyumlu bir kurul oluşmasına maniydi. Atatürk müthiş bir taktikle bu aksaklığı Cumhuriyet kurulmasına bir gerekçe olacak şekilde kullanmaya karar verdi. 26 Ekim günü onun önerisiyle başbakanlığa seçilen ve 2. Grup tarafından çok eleştirilen Fethi Okyar’dan hem kendisinin hem de tüm bakanların istifa etmesini istedi. Bir bakanı seçmek için günlerce uğraşan Meclis elbette 12 bakanı seçemeyecekti.

İşte Atatürk, 7 arkadaşına “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” dedikten sonra bu krizi nasıl çözeceklerini açıkladı. Bir Anayasa değişikliği yaparak seçim sistemi değiştirilecek ve Cumhuriyet hükümeti kurulacaktı. Rejim değişikliğine karşı olan vekillerin bir kısmının İstanbul’da Refet Bele’nin evinde toplantı halinde olmaları da işleri kolaylaştıracaktı. Atatürk yemekte planı şu şekilde açıkladı:

“Yarın Grup toplanınca, gene bir sonuç alamamış olacaklar. O zaman Kemalettin Paşa sen söz al, kürsüye çık ve ‘Günlerdir bir buhran içinde bocalayıp duruyoruz, bir hükümet üzerinde anlaşamıyoruz. Bütün dünya bizi gözlüyor. Bu durum ilelebet böyle gidemez. Bu grubun bir partisi, bu Meclis’i bir başkanı var. Her ikisinin de başkanı Mustafa Kemal! Ona başvuralım, gelsin, bu sorunu çözsün’ de, yerine otur. Ben bu davet üzerine Meclis’e gelir, çözüm önerimi sunarım.” 29 Ekim günü, her şey planladıkları gibi gider ve Mustafa Kemal kürsüye çıkarak, krizin kaynağının seçim sistemi olduğunu ve Anayasa’da yapılacak bir değişiklikle buna çözüm bulunabileceğini anlatır. Yapılacak değişikliğe göre, başbakan, hazırladığı bakanlar listesi Cumhurbaşkanı’na, O da Meclis’in güvenoyuna sunacaktır. Güvenoyu almazsa Cumhurbaşkanı başka bir başbakana hükümet kurma yetkisi verecektir. Bu sistem cumhuriyettir. Anayasa değişikliğinin lehine ve aleyhine konuşmalar yapılır ve nihayetinde komisyondan Atatürk’ün bir gece önce İsmet Paşa ile hazırladığı değişiklikler geçer. Anayasa değişikliği yasasının başlığı da pek manidardır: “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Mevaddının (maddelerinin) Tavzihan (açıklığa kavuşturarak) Tâdiline Dair Kanun”. Yani yasa, Cumhuriyet ilanından bahsetmiyor, var olan bir durumu açıklığa kavuşturduğunu ilan ediyordu. Aslında 23 Nisan 1920’den itibaren var olan durum cumhuriyettir, adı şimdi konmaktadır. O sırada Meclis’te bulunan 158 milletvekilinin oy birliği ve “Yaşasın Cumhuriyet” nidaları ile Atatürk ilk Cumhurbaşkanı seçildi.

YAŞASIN CUMHURİYET

Yokluklar içinde verilen Kurtuluş Savaşından zaferle çıkılmış, ardından Türk ulusunun varlığını masada kabul ettirme savaşı başlamıştı. Lozan'da müzakereler sürerken, devletin hükümet şekli belli değildi.

Türk Devleti'nin bağımsızlığı Lozan anlaşması ile uluslararası arenada kabul edildi ancak hala hükümet sistemiyle ilgili tartışmalar yaşanıyordu. Mevcut sistem yürümüyordu. Kabinedekiler tek tek Meclis oylarıyla seçiliyor, uyumsuz birçok isim aynı kabinede yer aldığı için hükümetin işleyişi zorlaşıyordu. Mustafa Kemal Atatürk çözümün, Cumhuriyette olduğunu görüyordu. Fethi Okyar'ın istifasıyla devlet hükümetsiz kalınca Atatürk harekete geçti.

İNÖNÜ: 28 EKİM AKŞAMI ATATÜRK SÖYLEDİ, BEN YAZDIM

28 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in ilanından bir gece önce Atatürk, Çankaya Köşkü'nde yakın çevresine Cumhuriyetin ilan edileceğini açıkladı.

Türkiye Cumhuriyetinin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, o dönemi şöyle anlatıyor:

"28 Ekim akşamı Atatürk'ün yanında ufak bir toplantıda bulunduk. Atatürk ertesi günü cumhuriyet ilanı olacağını bildirdikten sonra herkes ayrıldı. Hiçbir konuşma olmadan oturduk, diz dize ertesi günü çıkarılacak kanunu yazdık. O söyledi ben yazdım."

Anayasanın en önemli değişikliği birinci maddede yer aldı:

“Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir”

MECLİS'TE 'YAŞASIN CUMHURİYET' SESLERİ

Ertesi gün yani 29 Ekim 1923 tarihinde Meclis toplandı, Anayasa değişikliği tartışılmaya başlandı. Akşam saatlerinde değişiklik kabul edildi. Meclis binasında "Yaşasın Cumhuriyet" sesleri yankılanıyordu.

Ankara mebusu Mustafa Kemal de 158 mebusun oyunu alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Ardından atılan 101 pare top atışı Cumhuriyetin ilanını dünyaya duyurdu.

Nice 100. yıllara...

Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi Profesör Dr. Temuçin Faik Ertan 29 Ekim özel yayınında Bloomberg HT’ye konuştu.

Ertan, “Cumhuriyet bize durmamayı öğretti. Türkiye İsviçre ile beraber Avrupa’nın en sürekli Cumhuriyeti” dedi.

Cumhuriyet Türklerin toprak kaybını durdurduğunu belirten Ertan, “ Cumhuriyet kadınıyım sözü slogandan ibaret değildir bir gerçektir… Cumhuriyet vatan kavramını oluşturdu. Ekonomi ilkesi iktisadi bağımsızlık 1923 iktisat kongresinde ortaya konuldu. Lozan Barış Anlaşması’nın Türkiye’nin ekonomisine katkısı olmuştur. Emperyalistlerin parçaladığı imparatorluğun küllerinden Atatürk Cumhuriyeti kurdu. Cumhuriyeti korumak için referans noktamız 1923” diye ekledi.

Cumhuriyetimizin 100. Yılı kutlanıyor. Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Tülay Alim Baran Bloomberg HT ekranlarında Cumhuriyet’in nasıl kazanıldığını anlattı.

Cumhuriyet’in sadece bölgenin değil dünyanın değiştiği bir olay olduğunu söyleyen Baran, “29 Ekim tüm mazlum uluslar için verilmiş mücadeleyi simgeliyor ortaya çıkan sonuç batı dünyasını da oldukça etkiledi” dedi.

Mustafa Kemal Atatürk’ün düşmanlarının bile dostluğunu kazandı belirterek konuşmasına devam eden Baran, “Cumhuriyet kurulduktan sonrası öncesi kadar zorlu bir süreçti savaşta uluslararası hukukun işlemediği şeylerle karşılaştık. Sorunlar büyük olsa da Cumhuriyet umudu hiç kaybedilmedi” dedi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında en büyük reformlar eğitimde olduğunun altını çizen Baran, “Cumhuriyet sadece rejim değil her alanda olan bir değişim… Mustafa Kemal Atatürk’ü tekrar tekrar okumak gerekiyor. İnsana en uyan sistem Cumhuriyet olarak kabul ediliyor” diye ekledi.

Baran son olarak, “Atatürk kadın hakları konusunda da öncü olmuş isimdir. “Yurtta barış dünyada barış ilkesi” küresel boyut kazandı” dedi.

OLCAY BÜYÜKTAŞ

Tarımsal üretimin yoğun olduğu dönemlerde tam istihdam diyebileceğimiz toplumdan erken sanayisizleşmeye varan ülkede, beşeri sermayenin yapısı, gelişimi, işgücü piyasasısının ne zaman ortaya çıktığı, göçün istihdama etkisini tarihsel süreç içinde aktaran Prof. Dr. Seyfettin Gürsel’in istihdam piyasasının nasıl bir gelişim gösterdiği, tarımda makineleşmenin artılara ve eksilerine, toplumu nasıl bir üretim sürecinden geçtiğine ilişkin değerlendirmeleri şöyle:

Genç cumhuriyet perişan bir ekonomi devraldı

Yeni kurulmuş cumhuriyet ille bir sıfat yakıştırmak gerekirse oldukça geri bir ekonomi devraldı. Hatta perişan bir ekonomi devraldığını bile söyleyebiliriz. Neden böyle diyorum? Bir kere birincisi nüfus... Çalışabilir nüfusun yüzde 80’i, hatta biraz daha fazlası tarımda. Tarımda ama tarımda da küçük, kendini ancak geçindiren aile çiftlikleri var ya da kısmen ancak ticari pazara yönelik üretim de yapan küçük orta büyüklükte çiftlikler var bunlar da sayılı. Tarım mekanize olmamış, traktör sayısı yani tek tek saysanız sayabilirsiniz o kadar az. Diğer tarım aletleri de öyle. Yani teknoloji, tarım teknolojisi son derece ilkel teknoloji. Kentler, kent gibi değil. Bazı kentlerde kısmen bir nüfus var ama bu kentler hani İstanbul'u dışarıda tutarsak aslında bir kasaba büyüklüğünde. Yani tarım dışında imalat sanayi diyebileceğimiz bir imalat yok.
Sanayi tesisi diyebileceğimiz tesis sayısı son derece az ve çok küçük. Kısmen 19. Yüzyılın sonunda tekstilde bir gelişme oldu. Kumaş dokuma vesair sanayinde ama sonuçta manzara bu...

Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda nasıl bir beşeri sermaye vardı?

Beşeri sermaye konusuna gelince, ilk nüfus sayımı 1927. Dolayısıyla 1922 ve 23’te de ne kadar nüfus vardı tam bilmiyoruz ama kabaca 27’de 14 milyon olduğunu kabul edersek cumhuriyet kurulduğunda da 13 milyon filandı. Ve bu 1914’teki Osmanlı döneminde bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarına tekabül eden alandaki nüfusun oldukça altında bir nüfus...

Büyük bir nüfus kaybı söz konusu. Bir kere Birinci Dünya savaşında önemli bir kayıp yaşandı. Ardından kurtuluş savaşında insani kayıp var. Beşeri sermaye açısından daha önemli bir sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Aşağı yukarı 1 milyon 200 bin Ermeni nüfus yaşıyordu 1914’te. Bir buçuk milyon Rum nüfus vardı. Ermeni nüfus birkaç yüz bin ya kaldı ya kalmadı. 1922’ye geldiğimizde nüfus mübadelesi yapıldı Yunanistan'la. İstanbul’daki 1,5 milyon ve Bozcaada ve Gökçeada’daki küçük Rum köyleri hariç bütün Rum nüfus Yunanistan'a gitti. Yaklaşık bir küsur milyon bir buçuk milyona yakın ama bize Yunanistan’dan sadece 500 bin kişi geldi. Bu miktar olarak da büyük bir kayıp. Ama şunu da vurgulamakta yarar var, gene Osmanlı istatistiklerinin gösterdiği gibi bu Ermeni ve Rum nüfusta okur yazarlık ve profesyonel meslekler, eğitim düzeyi Türk müslüman nüfusa göre daha yüksekti. Yani bir de oradan networkler gitti. Yani bunlar zanaatkârdı, tüccardı, vesaireydi. Dolayısıyla uzun lafın kısası, Cumhuriyet ilan edildiğinde son derece geri, yüzde 80’den fazlası tarımda olduğu tarımda mekanizasyonun, makineleşmenin olmadığı ilkel yöntemlerle tarım yapıldığı, kentlerde sanayinin olmadığı, bundan ibaret bir ekonomi devraldı Cumhuriyet.

Çok farklı ekonomik sistemler deneyimlendi

100 yıllık bir şeyden bahsediyoruz. Bu 100 yıl içinde biz çok farklı ekonomik sistemler deneyimledik. Bunların bir kısmı hele ilk yıllarda kısaca söyleyeceğim bugünkü genç ve orta kuşağın hatta benim kuşağımda hiç yaşanmayan sistemler hatta genç kuşakların hayal bile edemeyeceği ekonomik sistemler, kurallar, dünyalar vardı.
Bir kere 1929’a kadar ekonomik sistem bizim Osmanlı’da ne geçerliyse oydu. Dışı açık gümrük, vergileri son derece düşük, ihracat- ithalat serbestisi var. Sermaye akımları serbestisi var. Döviz serbestisi var. Türk lirası serbest piyasada değeri belirleniyor. Döviz - kur şimdi bugünkü çok benzer bir sistem ama kurucu kadro bundan hiç memnun değildi. Bu Lozan antlaşmasının bu bir parçasıydı. Çünkü orada çok ısrar edildi. Karşı taraf sistem bozulsun istemedi. Bizim taraf da ancak 5 yıllığına bunu kabul etti. Hatta o dönemde o kadar ilginç bir düzen vardı ki bugün belki hayal edilmesi bile zor. Merkez bankası yoktu çünkü. Biz aşağı yukarı 7 yıl merkez bankası olmadan yaşadık. Nasıl oldu? Bir para var mı var. Osmanlı’dan kalma banknotlar tabi ki sabit oldu. Kaç para ise onlara, bin Türk lirası diyelim cumhuriyet sembolleri konuldu. Biz 1920’lerde para arzını kendiliğinden idare eden bir sistemde yaşadık.
Bunu bugün hayal bile etmesi mümkün değil.
Peki bu sistemden kurucu ekip niye memnun değil, çünkü bu bu kadar gümrük vergilerinin çok düşük olduğu dışı açık ekonomide Türkiye'nin sanayileşemeyeceğini düşünüyorlardı. Çünkü almış başını gitmiş Avrupa'da sanayi bir düzeye gelmiş, rekabet etmeniz mümkün değil. Onun için iç pazarı korumamız lazım.
Dolayısıyla 5 yıl dolar dolmaz, 1929’da hükümet çok ciddi gümrük vergilerini arttırdı. Yeni bir sisteme geçti. İç piyasayı koruma altına aldı. Ve Merkez Bankası kuruldu. Sermaye giriş çıkışları serbestisi son buldu.

Merkez Bankası’nın sabit kur rejimine geçtik. Merkez Bankası da bundan sorumlu kurum olarak devam etti. Şimdi bu yepyeni bir sistemdi o dönem ve yarım yüzyıl sürdü. Bu sistem 1980’lere kadar sürdü.

Sanayi yok, ücretli işçilik yok

Yüzde sekseni köylülerden oluşan bir toplumda işsizlik tabii ki gündemde değil çünkü çalışıyorlar. Ha ne kadar kazanıyorlar, nasıl geçiniyorlar ayrı bir konu. Oraya geleceğim çünkü 1930’larda büyük bir şok yaşandı. Bunu da bugünkü kuşak bilmez. Hayal de edemez.
O zaman kentlerde de zaten sanayi yok, yani ücretli işçilik de yok ya da çok çok az. O dönemler 100 binden daha az olduğu tahmin ediliyor ücretli işçiliğin. Dolayısıyla işsizlik çok uzun süre 1950’lere kadar hiçbir zaman aslında ekonominin gündeminde olmadı. Tabii başka şeyler oldu. 1950’lilerden itibaren aslında Türkiye ekonomisi hem sanayileşmeye hem modernizasyona başlıyor. Daha önce başladı ama çok sınırlıydı. Esas önemli genç kuşakların da bilmesi gereken Cumhuriyet iktisat tarihinde 1930’lu yıllardır. 1933 dahil 30-33...
Şimdi bizimkiler, 1929’da hükümet ekonomiyi kapatmaya karar verdi. Zaten Merkez Bankası da kuruldu ama bağımsız falan değil tabi hükümete bağlı. Yani faizi de hükümet belirliyor kur zaten sabit. Tabii, dolayısıyla bir dışa kapalı komuta ekonomisine girdik. Yeni gümrük tarifeleri oluşturuldu ama aradan birkaç hafta geçti. Amerika Birleşik Devletleri'nde kıyamet koptu, borsa çöktü New York borsası ve gelişmiş ülkeler çok ciddi bir depresyona girdiler. O meşhur büyük bunalım dediğimiz olay patlak verdi.

Yoksullaşma unutulmadı

O yıllar hayal edilemeyecek deflasyon dönemi aynı zamanda. Deflasyon ne demek, fiyat seviyesi mutlak olarak düşüyor. Yani şöyle örnek vereyim, ekmek 10 TL aradan 3-5 ay geçiyor, ekmek 9 TL oluyor sonra 8 TL oluyor sonra 7 TL veya buğdayın kilosu 5 TL. Bir bakıyorsunuz bir yıl sonra 2 buçuk lira.
Şimdi bu tabii bize de yansıdı. Neden yansıdı? Uluslararası tarım fiyatları bizim tarım fiyatlarını etkiledi o kadar. Arpa, buğday vs. aşağı yukarı bir yıla hatta bir buçuk yılı içinde yarıya düştü. Şimdi tabi o küçük, orta hatta büyük piyasaya, pazara ürün satan çiftçiler ki unutmayın nüfusun yüzde sekseninden bahsediyoruz. Muazzam bir yoksullaşma içine girdiler, gelir kaybına girdiler. Ve bunun etkileri daha sonra görülecektir. Bunu unutmadılar.

Memur ve ücretli altın çağını yaşadı

Bu arada o dönem az sayıdaki ücretli çalışan ve memurlarda bir altın çağı yaşandı adeta. Neden neden altın çağı yaşandı? Memur maaş olarak 100 TL alıyorsa deflasyon oldu. Ekmek fiyatı düşüyor diye indirir misiniz maaşı, tabii ki indirmezsiniz dolayısıyla reel olarak çok ciddi ücret artışları oldu. Bunu özel sektör de tam ne olduğunu anlayamadığı için çok geç yanıt verdi. Burada hani az sayıdaki ücretli işçi de yararlandı.
Tabii o yılları bir çeşit altın çağı olarak hafızalarına kaydettiler bunu bunu. Bunun da bilinmesinde yarar var. Bir daha zaten hiç böyle bir dönem yaşanmadı.
1950’lerde hakikaten yaşanan önemli bir dönüşümdür. Sanayileşme daha önce başladı çünkü 1930’da efendim iç pazar korundu, gümrük vergileri yükseldi, önemin hükümeti umdu ki artık özel teşebbüs yatırım yapacak, fabrikalar kuracak, içeride üretim yapılacak, bakıyorlar ki bir şey olduğu yok. Neden yok? Çünkü birikimleri yok, sermayeleri yok. Daha önceden bir sermaye birikimi olmamış. Yani ticarette de yeterince sermaye birikimi olmamış. Birikim vardı daha çok azınlıklarda ama azınlıklar gidince...

Planlı kalkınma ile tanıştılar

Şimdik böyle olunca ne yapalım diyorlar. 1930’da Sovyetler hızlı sanayileşmeye geçmiş. Planlar yapıyorlar. Planlı kalkınma, sanayileşme bizimkilerin de dikkatini çekiyor. 1932’de Cumhur reisi Mustafa Kemal Atatürk, Başbakan İsmet Bey’i maliye bakanıyla birlikte Moskova'ya yolluyor. ‘Bak bakalım orada ne yapıyorlar? Bize oradan bir şey yarar olur mu’ diye. Uzatmayalım, anlaşma yapılıyor. Sovyetler Birliği hem kredi veriyor, hem teknisyenler yolluyor. Uzun lafın kasası devlet eliyle sanayileşmenin tohumları, daha doğrusu ilk adımı 1932’de bu ziyaretle yapılıyor ve 34’te de biz bunlara daha sonra kamu iktisadi teşebbüsleri dedik KİT’lerin kuruluşu başlıyor.
Bugün bile hatırlar, hatta belki genç kuşaklar bile bilir Sümerbank basmaları tekstilde, sonra şeker fabrikalarının kurulması vesaire böyle bir hamle başlıyor.
O yüzde 80’i tarımda olan nüfusun içinde bir küçük damla ama bir ilk adım. 1950’ye geldiğimizde hâlâ Türkiye'nin nüfusu yüzde sekseni köylü-çiftçi.
Ama oradan itibaren artık hızlı bir sanayileşme başlıyor ama önce tarımda mekanizasyon da başlıyor. 2 bin traktör vardı Türkiye'de 1950’de 2-3 yıl sonra 40 bine çıktı.

Rezervler birikti

Tabii ki diğer tarım aletleri de arttı. 13 milyon herhalde 1950’lere geldiğimizde 22 milyonuz artık. Bu nüfus bizim ekilebilir topraklara göre çok az, yani ekilmeyen topraklar var hatırı sayılır büyüklükte. Nüfus büyüdükçe yeni genç kuşaklara açıldı o tarlalar. Teknoloji hala eski sayılırdı o dönem. Geleneksel yöntemlerle üretim yaptılar. 1950’de tabii siyasi arka planı da unutmayın. Biz, Avrupa Konseyi, batının müttefiki olduk, Marshall yardımları oldu. Bir de ikinci dünya savaşı yılları var ama orayı geçiyorum. Çünkü savaş koşullarında ilk çılgın enflasyonu ikinci dünya savaşında yaşadık.

Savaşta ithalat zorunlu olarak kısıldı. Akdeniz savaş meydanı... Tarım ürünlerini savaş nedeniyle ihraç ettik. Tarımdan başka bir şey ihraç ettiğimiz yok, arttı mı fiyatları? arttı. Biz de bir güzel rezervler biriktirdik mi? Dolarları biriktirdik, onları da yeni hükümet, Demokrat Parti hükümeti bir güzel ithalata harcadı. Makinaları getirdi. Traktörleri vesaire tabi orada lüks Amerikan arabaları da gelmeye başladı. 1949 doğumluyum, 4-5-6 yaşlarına geldiğimde sokakta tek tük de olsa lüks arabaları şevroleleri görmeye başladık.

Sonra değirmenin suyu bitti.. Mekanizasyonla birlikte hızla tarımsal üretim arttı. Türkiye'nin hem ekonomi, hem toplumsal tarihinde tarımdan, köyden kentlere göç başladı. Çok hızlı bir göç oldu üstelik. Ve bu göç hâlâ aslında devam ediyor. Tabii son dönemde yavaşladı, hatta bir parantez açarsak bugün İstanbul'da koşullar o hale geldi ki yaşam koşulları şimdi. Çoğunluk özellikle düşük gelirler acaba İstanbul'dan Anadolu'ya gidebilir miyiz? Diye düşünmeye başladılar.

Göç neden arttı?

Tarımda mekanizasyon varsa daha az insanla, daha çok üretim yapıyorsunuz demektir. Ve giderek toprakların üretim limitine de erişildi. Tam ne zaman erişildi? Onu da söyleyeyim.. 1960’ların başında eriştik. Ondan sonra o günden bugüne biz kentleşme nedeniyle aslında ekilebilir alanlarımızın yüz ölçümünü giderek yitiriyoruz...

Önce tabii bu çok yavaş başladı ama son yıllarda ne kadar hızlı geliştiğini hepiniz görüyorsunuz. Herkes kendi şehrinde, kentinde eskiden tarım alanları tarlalar bugün sitelerle fabrikalarla doldu.
Bu artış kamu iktisadi teşebbüsleri de (KİT) kapatmadı. Demokrat Parti aksine geliştirmeye devam etti. Kamu iktisadi teşebbüslerini ama. Başka bir gelişme daha yaşandı 1950-54 yılları çok ilginç bir dönemdir. Çünkü tarım üretimindeki büyük artış yaşanırken bir yandan da Kore savaşı başladı.
Kore savaşı başlayınca tahılların fiyatları artıyor. Biz de tahıl üretiyoruz, satıyoruz. Tütün, pamuk ne üretiliyorsa satılıyor ve iyi bir zenginleşme yaşanıyor.

Makro dengeler bozulmaya başladı

O yıllarda çok ciddi bir refah artışı oldu. Bu da işte o demokrat partiye oy veren kitlenin hafızasında altın bir çağ olarak kaldı. O kadar ki bu 1954’te Demokrat Parti tekrar oylarını arttırarak seçimleri kazandı ama savaş bitti, fiyatlar düştü. Merkez Bankası’ndaki rezervler bitti.
Ondan sonra bizimkiler hâlâ büyüme peşinde koştukları için başladılar makro dengeleri bozmaya...
Enflasyon artmaya başladı. Sabit kurdasınız. Öyle bir Türk lirasını Koruma Kanunu çıkmıştı ki 1930’larda eğer cebinizde polis 1 dolar bulursa hapse giriyordunuz. Döviz tabii karaborsaya düştü. Çünkü merkez bankası ithalatçı firmalara o da sabit kurdan işlem yapıyor. Enflasyon almış yürümüş, Türk lirası aşırı değerli. Tabii ki karaborsa oluştu. Bu tabii rüşvetlere yol açtı.
İlk defa Türkiye iş gücü piyasasının ortaya çıktığı ve şekillenmeye başladığı yıllar 1950’li yıllardır.

İşsizlik sahneye çıkmaya başladı

Şimdi o dönemde TÜİK hane halkı işgücü anketi istatistikleri yapmadığı için 1989’da başlayacaktı. Nüfus sayımlarından bakılıyor çalışan, işsiz sayısına. Önce yüzde 3-4-5 giderek 1970’lerin sonuna doğru geldiğimizde hakikaten yüzde 8-9’a kadar işsizlik oranının arttığını ve işsizliğin toplumsal bir yavaş yavaş sorun haline geldiğini görüyoruz.

Tabii bu arada o dönemde önemli bir şey daha var göçle birlikte istihdam piyasası açısından. Tarımda üretim yapan aileler kente gecekondulara yerleşiyorlar. Erkekler ya fabrikada çalışıyor ya bakkallık yapıyor ya başka bir hizmet alanında çalışıyor. Ama gelen kadınlar eğitimli değil, okur yazar olanı bile az. Bunlar köydeyken tarımda çalışıyorladı ancak kente geldiklerinde çalışmaz oldular. Onun için kadınlar iş gücüne katılımı yüzde yirmilere kadar düştü.

Gelişme şöyle özetlenebilir, 1950’den 1980’e kadar ortalama yüzde 5 büyüdü Türkiye. Nüfus da kabaca yüzde ikinin üstünde artıyor. Kişi başına gelir artışı yüzde 2,7. Her yıl gelir reel yüzde 2,7 artıyor.
Ciddi bir refah artışı oldu, ne kadar eşit dağıtıldı o ayrı bir konu ama 1979’a geldiğimizde yarısı hâlâ devlet destekli öbür yarısı özel kesim korunan bir şekilde de olsa sanayileşme başladı. Koç otomobil üretmeye başladı. Gümrüklerle korunuyorlar, üretilen ürünler çok ahım şahım değil ama bir sanayi başlıyor. Genç kuşaklar hatırlar mı bilmem Anadolu üretilmeye başlandı...
Bir miktar ihracat yapmaya bile başlandı. İşgücü piyasasından bahsettik ama finansal piyasa hâlâ yoktu.

İşçi örgütlenmeleri ücretler üzerinde olumlu bir katkı yaptı

1961 anayasasının getirdiği özgürlükler ortamında 1960’ların başında sendika kurma özgürlüğü, toplu sözleşme hakları sağlandı. Avrupa'da 19. Yüzyıldan beri büyük mücadeleler, ayaklanmalar sonucu elde edilmiş bu haklar bizde epey geç bir şekilde gelmiş oldu. Ama şunu söylemek mümkün tabi, bir işçi sınıfı yok ki bu tip ögrütlenmeler de olsun.
Bu sendikalaşma ve toplu sözleşme en azından bunun mevcut olduğu kesimlerde ücret artışları, reel ücret artışlarının olduğunu da gördük. Yani ülke yüze 5 büyürken aslında çalışan sınıfa, emekçi sınıfı da bu büyümeden payını aldı. Ama zaman zaman bu ciddi sorunlar da yarattı. 1969 yılı İzmit'ten başlayan İstanbul'a büyük bir işçi yürüyüşü yaşandı. Grevler artmaya başladı.

Sonraki yılları vasat bir ekonomik kalkınma performansı olarak değerlendirmek lazım.
1960’larda benzer koşullara sahip Güney Kore sanayileşmeyi geliştirdi, ihracatı sanayiye oturttu. Peki onlar ne yaptılar, farkı neydi? Çünkü onlar sanayileşmeyi ihracata oturttular ve bu teknolojiyi de geliştirdiler. Teknolojiyi geliştirmek için eğitim lazım. Bakıyorsunuz ortalama eğitim yılı Güney Kore'de , biz sekiz yıla zor çıkardık.
Ve artık 1980’lere geldiğimizde manzara şöyleydi; büyük bir kriz, kapalı komuta ekonomisi iflas etmiş, muazzam bir cari açık.
Enflasyon yüzde de 100’ü bulmuş. Gayri Safi Yurt İçi Hasıla yüzde 5 küçülmüş, ciddi bir işsizlik ortaya çıkmış. Sistem iflas etmiş. Şimdi beğeniriz, beğenmeyiz çok eleştirildi ama Türkiye'nin yeni bir sisteme geçmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Öyle veya böyle o yeni sistemi de işte biliyorsunuz o zaman eski DPT Müsteşarı Turgut Özal, sonra da Demirel'in kurduğu azınlık hükümetinde 1980 yılının başında meşhur 24 Ocak kararları ileTürkiye ekonomisi yeni bir sisteme adım adım geçti.

Reel ücret kayıpları yüzde 25’i aştı

1980 darbesi sonrası politik hayat askerlerin kurguladığı gibi olmadı, onların kurturduğu parti değil Turgut Özal’ın partisi kazandı. 1989’da Türkiye artık tamamen bir dünya ekonomisine entegre olmuş bir haline geldi. Ancak, yeterince derin bir finans piyasası yok. Cari denge hâlâ çok açık veriyor. Enflasyon hâlâ çok yüksek. Özal onu indirmeyi beceremedi. 12 Eylül rejiminin dayattığı reel ücret kayıpları yüzde 25’i bulmuştu. 1989’a geldiğimizde bütün onun rövanşını aldıişçi sınıfı. 1989’da muazzam bir ücret artışı oldu. Dış kaynağı diye serbestleştirdiler ama bu seferde ekonomiyi yönetemediler ve 1990’lı yıllarda çok ciddi ev yapımı krizlere sahne oldu. 1990, 1994,1998 ve en sonda 2001.

Türk lirasına güven son derece azaldı

Biz çok farklı bir sisteme girdik. Dolarizasyon arttı. Çünkü siz bu kadar enflasyonu belirsiz fiyat istikrarını sağlayamazsanız döviz kuru bir dönem alıp başını gidiyor. Bir dönem düşüyor. Bir sürü belirsizlik var. Bu durumda insanlar da bu sefer tasarruflarını dövizde tutma yoluna gittiler.Çifte paralı bir sistem. Türk lirasına güven son derece azaldı. Tabii ki 2001 reformu 2001 krizi aslında yine bu sistem içinde kalmak şartıyla çok önemli bir dönüm noktasıdır. Belki onunla tamamlayabiliriz. 2001 krizi de yine ev yapımı bir kriz bir. Yani biz yarattık onu. Daha doğrusu hükümet yarattı. Bazı şeyleri sürdüremediler IMF’yle aslında anlaşmış durumdayız. 2000’in başında enflasyon çok yüksek düşürmeye çalışılıyor. Bunun bedelini ödemek istemediler. Bir bedeli olduğunun farkında olduklarından da emin değilim hükümet olarak. Sonunda kıyamet koptu. 2000 Kasım ayında bir takım bankalar battı. Alelacele IMF ciddi bir para yolladı tekrardan. Ama bizimkiler gerekli tedbirleri almayı reddettikleri için zaten piyasada faizler de alıp başını gitti.

İşgücü piyasası 1950’lerde kurulduğu

Türkiye'de işgücü piyasası1950’lerden itibaren yavaş yavaş ortaya çıktı. Nereden baksan sanayide de gelişme oldu. Ücretli kesim hani 1920’lerde 1930’larda tamamen marjinalken çoğunluğa geçti. Bugün aşağı yukarı çalışanların yarıdan fazlası ücretli, ücretli, maaşlı veya yevmiyeli.
İstihdam çok önemli çünkü bir taraftan Türkiye hâlâ nüfusu artan bir ülke. Bu ne demek? Her her yıl yeni bir 15 yaş üstü kuşak ekleniyor iş gücü piyasasına. Bunların erkek takımı tabii ki mi 15’ten sonra, artık 18’den sonra giriyor. O yıllarda çoğu 15 itibaren çalışmaya başlıyordu ya da iş aramaya başlıyordu.
Kadınlarda ortalama eğitim içinde yüksek öğrenim mezunu kadınların büyük bir hızla arttı. Arttıkça tabii ki katılım arttı. 1950’lilerde yüzde 20’lere kadar düşen kadın istihdamı 1970’lere gelindiğinde arttı, şimdi yüzde 35’e geldi.

2010’larda eğitimi düşük kadının da payı arttı

Eğitim düzeyleri itibariyle katılıma baktığımız zaman bizim Avrupa'nın en kötü, en düşük kadın iş gücüne katılım oranlarına sahip 2 ülkesi var İtalya ve Yunanistan. Burada kadının istihdama katlımı yüzde 50 küsurlardır. Biz hâlâ 35’teyiz ama yüksek öğrenim kadınlarda iş gücüne katılım oranlarımız hemen hemen eşit. Dolayısıyla bir eğitim düzeyi yükseldikçe tabi katılıyorlar ama son yıllarda 2010’lardan sonra düşük eğitimli kadınlar da işgücüne daha fazla katılmaya başladı.
Şimdi dolayısıyla lafı nereye getireceğim iş gücü hem nüfus nedeniyle hem kadınların iş gücüne katılımındaki artış nedeniyle artıyor mu her yıl? Kabaca 700 – 800- 900 bin artıyor. Siz bu kadar istihdam yaratmalısınız ki hiç olmazsa işsiz sayısınız. Sabit tutun. Bu kadar istihdam yaratmak demek yüzde 2, 2,5 daha fazla hatta istihdamı arttırmak demek. Her yıl bunu artırmak için büyümeniz lazım. Bu büyümenin de kaliteli ve uzun ömürlü olması için verimliliğe önemli ölçüde dayalı olması lazım. Bu şu demektir, en az yüzde 5 – 6’lık büyüme olmalı ki piyasa giren insanlar iş bulabilsin.

O büyük resesyonun etkili olduğu 2008 -9 yılında tabii ki böyle olmadı. Çünkü bu krizlerde biz bu büyümeleri tutturamadık. Ciddi şoklar yaşadık ve dolayısıyla işsizlik de bu kriz dönemlerinde patlama yaptı. Hâlâ yüzde 9, yüzde 10 civarındayız ve bizim kadın iş gücüne katılımımız geride. İş gücü piyasası açısından ve işsizlik sorunu itibariyle Türkiye hâlâ ciddi bir başarı yakalayabilmiş değil.

Hizmetler sektöründe arttı

Türkiye’de önce tarımda çalışan yurttaşlar, sonra ağırlıklı olarak sanayide çalışıyorlardı. Şimdi ağırlıklı olarak hizmetler sektöründe çalıştıklarını görüyoruz. Bu bir kere sadece Türkiye için değil, genelde gelişmekte olan ülkelerde de hatta bazı gelişmiş ülkelerde de sanayisizleşme fenomeni diye bir sorun bir gözlem epey bir süredir iktisatçılar arasında tartışılıyor. Şimdi normali nedir? Yani iyi örnekler ya da tarihteki başarılı örneklere göre önce sanayileşirsiniz. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçersiniz. Tabi ki paralel olarak hizmetler de gelişir bu dönemde. Ama esas ana gövde sanayi olur. Sanayinin payı GSYİH içinde en büyük paydır. Çalışanların çoğu artık sanayide çalışır. Ancak zenginleşme arttıkça hizmetlere olan talep artmaya başlar. Tatiller, oteller, eğitim, finans ve sağlık da hizmetlerin içinde olduğu için tabii ki zenginleştikçe daha iyi eğitim, daha pahalı eğitim, daha sağlık, daha daha çok harcama vesaire tamam. Tamam, normali budur.

Erken sanayisizleşeme sorunu var

Şimdi gelişmiş ülkeler, zengin ülkelerde ne oluyor? Tarım yüzde 3-4 çalışan sayısı. Sanayide yüzde 20 civarında, gerisi yüzde yetmişi hizmetlerde. Şimdi erken sanayisizleşme meselesi söz konusu bazı yerlerde. Türkiye sanayileşmeye geriden başlayan geç kalmış bir ülke. Türkiye böyle bir ülke sanayi kuruyor, yüzde 24-25’lere çıkıyor ama hâlâ tarımda yüzde 20 küsur nüfus duruyor. Ondan sonra o yüzde 25’e geldikten sonra sanayinin payı azalmaya başlıyor ve hizmetler büyük bir süratle yükseliyor. Türkiye bunu yaşadı, başka ülkelerde de yaşandı. Buna erken sanayisizleşme adını veriyoruz bu olguya. Bu iyi ve sağlıklı bir şey değil. Yani biz zenginleşmeden önce hizmetlere girdik.

Vasat bir başarı söz konusuna

Düzey elbette küçümsenmemeli ama başka ülkelerle karşılaştırdığımız zaman vasat bir başarı olarak gözüküyor. Bir de bunun bölüşümü, eşitsizliği, gelir eşitsizliği var. Avrupa'da bir numarayız gelir eşitsizliğinde. Bir de bölgeler arası olağanüstü gelir eşitsizlikleri ve işsizlik eşitlikleri var. İşgücü piyasasında 26 bölgemiz var gün. Mardin Şırnak, Siirt vesaire bölgesinde ve birkaç diğer bölgede işsizlik oranı yüzde 30’dur. Batının bazı yerlerinde Manisa, Kastamonu, Bartın yüzde 7-8’dir. Yani uçurumu görebiliyor musunuz? Aslında Türkiye'de bir tane iş gücü piyasası da yok. Aslında çok sayıda iş gücü piyasası var.

OLCAY BÜYÜKTAŞ

Bağımsız iktisat fikrine önceden hazırlıklı olan kurucu kadro bunun araçlarını sağlayacak adımları da hızlıca atmıştı.

100 yıllık Cumhuriyet tarihinde, 1976 yılında atım attığı İşbankası’nda müfettişlikten yönetim kurulu başkanlığına çeşitli görevler almış, Bankalar Birliği Başkanlığı yapmış duayen bankacı Ersin Özince, İş Bankası’nın kurulmasının neden önemli olduğunu, bankacılığın ülke ekonomisindeki rolünü, 100 yıllık süreçte yaşan gelişmeleri, banka krizlerini, kaynağını ve yapılması gerekenleri anlattı.

Özince’nin yeni bir ülke modeline paralel yeni bir ekonomi ve bankacılıkta yaşanan gelişmelere, İşbankası’nun kuruluşunun neden önemli olduğu, bankacılık sektöründeki kırılma noktalarına ilişkin verdiği bilgiler ve yaptığı değerlendirmeler özetle şöyle:

Kurucu kadrolar bağımsız iktisat fikrine hazırlıklıydı

Öncelikle iktisadi bağımsızlık ve özellikle bankacılık alanında ulusal çabalar Cumhuriyet öncesinde başlıyor. Bu konuda özellikle ittihat ve terakki döneminde çeşitli hazine, gümrük gibi unsurlar söz konusu. Banka kurma çabalarını ve hatta kapitülasyonların kaldırılmasını da Cumhuriyet öncesi dönemde görüyoruz.

Yani anladığın kadarıyla İzmir İktisat Kongresi'ni dahi İzmir'in kurtarılmasının hemen sonrasında yapan bir Cumhuriyet kadrosu zaten fikren iktisadi bağımsızlık fikrine hazırlıklıydı. Çünkü şöyle söyleyebilirim yine bu da benim yorumum, Osmanlı İmparatorluğu aslında büyük borç içindeydi. Yabancı kreditörlerin yabancı bankaların borç taziki altında son bulmuştu. Yani kaybettikleri yalnızca askeri ve siyasi durumları değil, iktisadi bağımsızlıklarını da kaybedecek seviyede iflas etmişti.

Savaştan hemen sonra iktisat kongresi

Onun için genç cumhuriyet daha 26 Ağustos'ta başlayan ve 30 Ağsutos’ta zaferle sonuçlanan hareketin ardından yani zaferi kazanıp da Anadolu düşmandan tahliye edildikten, boşaltıldıktan sonra, inanılmaz bir süratle iktisat kongresi düzenlenebiliyor. Burası gerçekten başka bir iş... Sanki bütün siyasi ve askeri sıkıntılar bitmiş gibi izmir iktisat kongresi düzenleniyor ve İzmir İktisat Kongresi'nde, hemen hemen tüm katılımcıların ama başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere asker kökenli katılımcıların dahi konuşmalarını ayrı yarı değerlendirmek gerekiyor.

İktisatçı kökeninden gelmemelerine rağmen iktisat vizyonuna sahipler ve ulusal iktisat zaten Atatürk’ün bugünün Türkçesiyle söyleyeyim, “Ulusal bağımsızlık, iktisadi bağımsızlıkla taçlanır”. Yani ekonomik bağımsızlık olmazsa ulusal bağımsızlık tam değildir diyecek kadar önemsiyor.

İş Bankası’nın kuruluşu bu fikrin en somut ürünüdür. Cumhuriyetin ilk kabinesinde ele alınmıştır. Ekonomi bakanı Celal Bayar’ın görevinden ayrılarak bu bankayı kurmakla görevlendirilimiştir.

Ege'nin önemli tüccarlarından olan Mustafa Kemal Atatürk’ün kayınpederi ve 40’ın üzerinde özel müteşebbisin kurucu olarak dahil edilmesi ve buna ne kadar önem verildiğine işaret ediyor.

Almanya’da ilginç not

Uzun yıllar sonra biz İş Bankası’nın bu tarihiyle bir müze kurmanın yararlı olacağını gördüğümüzde, dünyanın çeşitli yerlerinden İş Bankası’yla ilgili bilgi istedik. Bu arada Alman devlet arşivlerinden de bilgi istendi ve orada İş Bankası’nın kuruluşu sırasında, İstanbul'da bulunan Oryanbank ( Dueutche Orientbank) genel müdürünün Alman devletine jurnal denilen bir rapor yazarak, İş Bankası girişiminden haberdar ettiği ve bu arada da şu tür yorumlar yaptığı görüldü, “Türkler, yapamaz yani bu işlerden anlamaz. Endişe etmeyin.”

Bu banka açıldıktan sonra adeta bu konuyu biliyormuş gibi yani 89 sene sonra İskenderiye ve Hamburg şubeleri açıldığında, herkes ve şubelere Atatürk’ün kendi imzasını attığı yağlı boya tabloları hediye edildi. Biz şunu söylemiş olduk, “Banka da kuruldu. Bankacı da yetişti. Gelip sizin ülkenizde de banka şubeler açıldı.”

Sermayesi kime ait?

Sermayesi açısından da işte çeşitli yorumlar söz konusu. Kuruluş sermayesinin bir bölümünün Atatürk tarafından konulduğu biliniyor. Bir bölümünü de yani Hint Müslümanların, Hindistan'da kurulu ve İngiliz rejimine karşı, anti emparyelist bir tutum içinde olan Hindular’ın mücadeleye destek olmak amacıyla gönderilen paralarıyla bunun mayasının atıldığı söylenir.

O da şu bakımdan ilginç yani yine daha savaşın üzerinden bir yıl geçmemişken siz banka sermayesi koyuyorsunuz, halktan da ki 27 kişidir. Bu kurucu sermayedarlar bir kısmı sermaye taahhütlerini yerine getiremeyince ya da getirmeyince haltan da katkı istiyorsunuz.

Kısacası İş Bankası, ulusal bağımsızlık amacıyla son derece bilinçli bir Cumhuriyet politikası sonucunda kurulmuş.

Atatürkün bankaya olan ilgisini, yaptığını kontrol etme şeklinde devam ettiğini görüyoruz.

"En önemli sermaye zeka, dikkat ve iffettir"

Şu anda da nispeten yaşadığımız gibi ülkenin o dönemlerde en önemli ihtiyaçlarından biri insan sermayesi. Uzun süren savaşlar, yaşam şartlarının kötülüğü, eğitimin neredeyse hiç olmayışı. Özellikle Türk ve Müslüman asıllı tebaanın, halkın eğitimden olanak olarak da çok uzak kalması, kız çocuklarının okutulmaması. Yine daha çok Anadolu'daki Müslüman teba arasında yani? Bu gibi nedenlerle insan sermayesi çok zayıftı. Zaten kuruluş sermayesinin yeterli olmadığına dair bazı duyumlar oluyor ki, Mustafa Kemal Atatürk bir İş Bankası ziyaretinde şöyle bir ifade yazıyor, bir deftere “Sermayemiz az diye endişe etmeyin. En önemli sermaye zeka, dikkat ve iffettir.”

Yani hakikaten de bankacılığın aslında yegane sermayesi budur. İş Bankası kuruluşundan hemen hemen 50 yıl sonra. Benim İş Bankası’na girdiğim dönemlerde de benzerlikler vardı.

Türkiye'de özellikle 1980 Açılımından sonra, 1980 döneminde yapılan işte kambiyo rejiminin de dış ticaret rejiminde finans sermaye piyasasını önemli etkileyen köklü değişiklikler sonrasında Türk bankacılık sektörü biraz yayılmaya, gelişmeye başlayınca İş Bankası kökenli birçok bankacı diğer bankalara da yayıldı.

Diğer türlü de bankanın pek çok ilki oldu. Bankanın bu konudaki insan sermayesi çabasını şöyle de örnekleyebilirim, bazıları çok değerli. Özel firmalarımız dış ticaret işlemlerini ilk kez İş Bankası şubelerinde bilhassa da ilk şubelerden yeni cami istanbul şubesinde öğrendiklerini söyler. Nasıl akreditif açılır? Nasıl ihracat yapılır, nasıl ithalat yapılır? Çünkü bu konular önceki dönemlerde biraz da imtiyaz niteliğinde yabancı. Kişilerin elindeydi, kapitalasyon konusuydu yani. Yani en önemli sermaye insan sermayesidir özellikle.

Fakat İş Bankası tabii girişimciliği de başlatmış, önder olmuştur. Bu konudaki girişimcilik o kadar çarpıcıdır ki, Cumhuriyeti kuran kadronun vizyonuyla ilgili bir örnek olarak. Türkiye radyolarının kuruluşunu gösterebilirim. Mesela Türkiye radyoları, en büyük sermayedarı İş Bankası olarak kurulmuştur. Yüzde 40 İş Bankası, yüzde 30 devlete ait Anadolu Ajansı. Beş kişiye tamamlamak gerektiği için Anonim Şirketi. O tarihte de o zamanın önde gelen aydınlarından 3 kişi yer almıştı. Cumhuriyeti kuran kadrolar adeta özeldir. Sanayi alanında çok büyük yatırımlar yapıyor Şeker bankaları. Tekstil fabrikaları, Zonguldak'ta maden işletmeleri..

İş Bankası kredi finansörü ya da kurucusu

Hemen hemen Türkiye'de ulusal sanayinin kurucusu veyahut da baş kredi finansörü iş bankası. Bunların bir çoğundan sonradan izlenen politikalar, devlet politikaları doğrultusunda iş bankası ayrılmıştır. Örnek vereyim, benim gençliğimde İş Bankası’ndaki ilk yıllarında Türkiye şeker fabrikaları türk anonim şirketinin sermaye arttırımları olurdu. Biz duyardık. Hazine İş Bankası’nın katılımını istememiş, yani İş Bankası’nı tutuyor o alanda yani olabilir devlet politikaları.

Zaten bende de bu özel ve kamu girişimciliği konusunu tartışma neden? Sorunuzun tam yanıtı İş Bankası çok büyük sınai yatırımlarını önderi olmuştur. Zaten yine bu benim kanaatim. Şu anda İş Bankası’nın İş Bankası grubunun çoğunluğuna sahip olduğu ve halka açık borsaya kayıtlı Türkiye içindn fabrikaları Şişecam şirketi... Türkiye cumhuriyeti'nin uluslararası arenadaki en büyük gururu. Avrupa'nın ve dünyanın en önde gelen şirketlerinden biri üretim ve pazar paylarıyla. Diğer şirketlerimizin de şişecamı izlemelerini diliyorum ama ben henüz o boyutta bir şirketimizi ne yazık ki görebilmiş değilim. İş Bankası’nın girişimcileri, girişimciliği, finans konusu, sanayi yanısıması çok çok iyi.

Başta Merkez Bankası olmak üzere başka bankaların kurucusu

Finans alanında da finans alanını dışında da oldukça aktif ve görevlendirilmiş kurumlardan İş Bankası. Başta merkez bankası olmak üzere birçok ulusal bankanın kurucuları arasında olmuştur. İş Bankası, yani devletin cumhuriyetin ilk yıllarında ulusal ekonomi konusundaki görevlisi. Misyoner kelimesini kullanmamak için görevlisi diyorum. Görevlisi, girişimci unsuru olmuştur.

İş Bankası ta başından beri çoğunluğu halka açık olarak, serameyesi devlete ait olmasa da çok ciddi bir kamusal tabanı olduğunu gösterir. Bu sermaye içinde ilerleyen yıllarda, örnek olarak kurulan çalışan özel emeklilik sandığını görüyoruz ki bu da birçok kuruluşa ayrıca örnek olmuş.

Bankacılık önceleri kapalı bir sistemdi

1980 yılına kadar ki ben bankacılığa 1976 yılında başladım. Yani Türkiye'deki bizim uyguladığımız bankacılığın kapalı bir sistem olduğunu söyleyebiliyorum, benim yorumum en azından öyle. Çünkü kambiyo rejimi Merkez Bankası’nın elindeydi. Yani bir akreditif açılacağı zaman bir yurt dışı transfer yapılacağı zaman Merkez Bankası’ndan uygunluk alınırdı. Merkez Bankası bu parayı gönderebilirsiniz, gönderemezsiniz, niye gönderiyorsunuz bunları tamamıyla inceleyerek yani paranın olması olmaması değil, her şey banka gözetiminden geçerdi. Diğer taraftan sermaye piyasası da yani İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, son derece sığdı. Yani kurumsallaşmış gelişmiş bir borsa söz konusu değildir.

80 sonrası çok hızlı gelişti

1980 sonrasında bankacılıkla tamamen farklı bir yere gitti. 80 öncesindeki 5 yılım adeta boşa gitti gibi düşündüğüm olmuştur. Bambaşka bir yol izlendi, bunun adına serbest piyasa ekonomisi denmiş ve bana göre daha gerçekçiydi. Çünkü Türk bankacılığı bununla dışarıyla daha fazla açılma imkanı buldu.

Burada da İş Bankası’nın bir önder konumunu gördüm. Bizlerin mesela gençlik dönemlerimizde ki bunlar seksenli yıllardı aırlıklı olarak, uluslararası önemli finans ve sermaye piyasalarının eğitimlerine gönderdiler.

Yani biz gidip işte Londra Borsası’nı veyahut da efendim orada para clearing dediğimiz hesaplaşma yöntemlerini falan gördüğümüz de o kadar etkilendik ki hemen seksenli yıllardan başlayarak yurt içinde Kendi bilgisayar mühendislerimizin desteğiyle kendi klinik sistemlerimizi işte bugünün EFT’si olarak ifade edebilir. Sistemler geliştirilmeye başlandı. Yani 1980 sonrasında Türk bankacılığı çok büyük bir yer edindi gelişim gösterdi. Bir çağdaşlaşma ve uluslararalaşma yaşadık fakat bunlara rağmen ben çok ciddi bir bankacılık otoritesi oluşmadığını söyleyebilirim. Bir de Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tam olarak gelişmemişti. Tasarruflar sık sık tehlikeye düşüyordu. Devlet bankalara garanti veriyordu. Yani garanti vermese de aslında lisansı veren devlet olduğuna göre sonunda itibar sorunu devlete yansıyor ve sık sık yaşanan bankacılık krizlerinde fatura ulusal itibara çıkıyordu.

Yani buradan şu hükme varabiliriz; bankacılık ne kurallar ne de kurumlar açısından yani ne nicelik ne nitelik açısından gerekli sermaye ve sermaye yönetimine kavuşmuş değildi.

Yeterli kurumlar kurulmadığı için krizler gündeme geldi

1980 sonrasında da biz yeterli kurumları kurmadığınız yeterli kuralları, Şeffaf olarak ilan edip uygulamadığımız için bankacılık sektöründe de, sermaye piyasasında da birçok iflaslar arka arkaya sürdü.

Demek ki 80 reformları bankacılıkta doğru düzgün bir risk yönetimini ve denetimi getirtmemiş ve, bu, 2000’li yıllara kadar, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun kurulmasına kadar devam etti.

Ben bunu iş Bankası Genel müdürü sıfatıyla değil Bankalar Birliği başkanı sıfatıyla da söyleyebilirim. 2000’li yıllarda benim, ‘devlet olur olmaz garanti vermemeli, zaaf oluşan bankalara el konulmalı’ şeklindeki beyanlarımı görebilirsiniz. Demek ki bunlar bankacılığın düzenlenmesi ve denetlenmesi konusunda önemli. BDDK’nın 1999 veya 2000 yıllarında kurulmasıyla gündeme gelmiştir. Ondan önce kural yoktu demiyorum ama siyaset kurumu daha yetki sahibiydi.

Bankacılık devletin kontrolünden çıktı

Bankacılık Düzenleme ve Dentleme Kurumu (BDDK) özerk bir kurum olarak gündeme geldi. Bankalar birliği devletin kontrolünden ancak 2200’li yıllarda çıktı. 2001 krizi 2000 öncesinde çıktı. Söyledikleri sadece bankacılık piyasası değil, sermaye piyasası içinde geçerlidir. Sermaye Piyasası Kurulu’nun kurulması da yaşadığımız iniş çıkışları nispeten azalttı 2000’li yıllar sonrasında.

2000’li yıllarda çıkan yasalara Derviş yasaları diyemeyiz

Sayın Kemal Derviş değerli biri. Bunu da özellikle vurgulamak isterim. Sayın Kemal Derviş değerli ve yetkin bir insan olmakla beraber. O elinde sihirli değnekle gelmedi. Yaptıkları, özellikle bankacılık alanında yapılması gerekenlerdi. Yani bu gibi konularda yapılacak olan uluslararası deneyimlere, iyi uygulama örneklerine başvurmaktı. Yani bunları uygulamaktır. Ama Kemal Derviş bey son derece sempatik, zeki, çalışkan olduğu gibi birçok Türk bankacısı gibi muhtemelen cumhuriyetin yetiştirdiği değerli finans kişilerinden biriydi. Yani bankacılıktan anlamayan cumhuriyetin uluslararası finans alanındaki uzmanlarından biriydi ve bu konudaki tek kişi de değildir. Ne bileyim. Uluslararası para fonunda görev yapmış Atilla Karaosmanoğlu'nu Oktay Yanal’ı hatta şu andaki Merkez Bankası başkanımızı dahil akılda tutmak gerekir. Bunlar cumhuriyetin içinde Türkler banka yapmaz ifadesinden geldiğimiz yeri göstermesi açısından önemlidir.

Koalisyon yapılması gerekenlere hazırdı

Sayın Derviş geldiğinde, hemen hemen ne yapılması gerektiği tamamen biliniyordu. Ve koalisyon da buna hazırdı. Yani üçlü koalisyon ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu kanunları çıkartmada hiçbir tereddüdü olmamıştır.

Bu şu yönden çok kıymetli. Bakın biz 1980’lerde ve 2000’de çok ciddi reformlar yapmamıza rağmen bugün dahi bazı reforma ihtiyaç duyuluyor. Bugün de yapısal reform ihtiyaçlarından sözediliyor. Şu anda da ihtiyaç var. Yani 2001 yılında Derviş yasaları diye ifade ettiğin şey, tamamıyla Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir restorasyondur. Bir yenileşme, ekonomi perspektifiyle ekonomi politikasıyla bağdaşık. Yasalardır. Bunların tabii ki çok büyük yararı olmuştur.

Nasıl yararlanılmıştır? İtibar edilmiştir efendim. Yani bu kurallar ve o dönemde uygulanan politikalar faiz ve döviz kuru ve dolayısıyla enflasyon ve devalüasyonu yönetilebilir hâle getirmiştir. Bakın emirle değil. İkna ve itibar kazanılarak bunlar sağlanmıştır.

Sermeye yeterliliği sağlandı

O dönemki reform yasaları uygulandığında, herhangi bir kısıt yoktu. Ne döviz transferiyle ilgili kısıt vardı. Ne kredi vermekle ilgili çok büyük kısıtlar. Şunlar bunlar vardı; başta sermaye olmak üzere kapasiteleriyle uygun yani nitelik ve nicelik yönünde kapasiteleriyle uygun iş yapma kısıtları konmuş. Örneğin ben o zaman başında bulunduğum bankayla, sermaye yeterliğini tarihinde ilk defa uluslararası sermaye prensiplerine yükseltmek için birçok iştirak ve gayrimenkul satışı yapmak zorunda kaldı.

Bazı bankalarımıza devlet sermaye koydu. Bazı bankalarımıza yabancı yatırımcılar gelerek sermayelendirmeyle aldı.

Bankacılık geçmişinde en ciddi sermaye politikasının o dönemde geldiğini gördüm ve üçlü denetim denilen çok ciddi analizlerle buna hükmedildi.

Bu şu yönden çok kıymetli cumhuriyetin dördüncü çeyreğine girerken, Türk bankacılık sektörü çok ciddi bir düzenleme ve denetime birden bire geçti.

Bu o kadar çok işimize yaradı ki, 2000’li yıllarda uluslararası piyasalarda para bolluu yaşanınca mali sektörümüzün ve başka bankacılık sektörümüzün itibarı, sermayesi ve yetkinlikleri o para bolluğiunu ülkemize, dış kredilerle getirebilmemize ve ülkede de ciddi bir yatırım hamlesinin yapılmasına olanak sağladı.

Öyle bir bankacılık reformu yapmasaydık biz eskilerin ifadesiyle yağmur yağarken depolarımız olmasaydı dolduramazdık...

En önemli husus Türk bankacısı yetişmesi

Sektörün yabancıya açılmasında en önemli husus, Türk bankacısının yetiştirilmesi. Yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bankacılığı öğrenmesi. Bir bankanın yerli yöneticisinin veya kadrosunun çok büyük bölümünün yabancı olmasının da dezavantajları var.

kulakları çınlasın ben Türkiye'de kurulu bir bankamızın yabancı genel müdürünün bankalar birliği toplantısında, dönemin ekonomi bakanını misafir ederken beyefendi, ‘Bu söylediklerini İngilizce de söyleyecek değil mi’ diye sordu, unutmam ben döndüm ‘kendisine hayır söylemeyecek. Siz bir daha ki sefere tercümanımızdan gelin’ dedim.

Yabancı sermaye. Hem önemli. Hem de bazı riskleri pek tabii ki içeriyor. özellikle Türkiye gibi istikrar açısından sorun yaşayabilen ülkelerde. Ancak burada kabul etmemiz gerekir ki yabancı sermayeye hiçbir şekilde tereddüt duymamamız lazım. Hele bankacılık konusunda gelene. Dolayısıyla bir yabancı yatırımcının sizin ülkenize, sizin ülkenizin kanunlarıyla ve de sizin paranız cinsin cinsinden sermaye sağlayabiliyorsanız önemlidir.

Yabancı sermayeden çok yararlandık

2001 krizinden sonra özellikle ülkemize gelen bankacılık sermayesinden çok yararlanıldı. Doğrusu isterseniz sadece nakdi sermayeden değil. Know how? Bu gibi uluslararası boyutta iş yürütebilme gibi konularda da yararlandık. Yararlanmadıklarımız da oldu. Yani sadece parasal açıdan yaklaşan sermayedarları oldu dolayısıyla. Yerli ya da yabancı olmasının ötesinde sermayelerin muhakkak niteliğine bakmak lazım. Ben bu konuyu şu şekilde ifade ettim her zaman. Bankacılar müşterisini iyi tanımalı, riskleri yönetebilmek için. Müşteriler açısından da bankasını bilmek çok çok daha önemli.. Bu bir hak ve gerekliliktir.

Dolayısıyla yerli olsun yabancı olsun. Bankanızı çok dikkatle seçmeniz lazım. Sadece bankanızı değil. Sigorta şirketimizden günümüzde internet servis sağlayıcılığı şirketine kadar. Muhataplarımızı seçmenin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.

Yabancı sermaye risk gördüğü zaman çekilir. Doğrusunu isterseniz ben 2001 sonrasındaki sermayeyi Türkiye'de bankacılık sektörünün ve sermaye piyasasının tekrar görmesini diliyorum ve bunda gereklilik çok büyüktür diyorum.

Neden, Çünkü Türkiye zaten tasarrufu kısıtlı olduğu, dolayısıyla sermaye birikiminin zor ortaya çıktığı bir ülkeydi. Bunun mutlak anlamda söylemiyorum, damlaya damlaya göl olur ve kumpara şeyini de unutmayalım. Ama uluslararası sermayenin ilgisi şeffaflığınız hesap verebilirliğiniz, doğru düzenlemelere ve denetime sahip olduğunuz takdirde bankacılık sektörümüze de borsamıza da her alana da devletimizin denetimi altında ve vatandaşlar açısından şeffaf olmak kaydıyla buyursun gelsin.

Yurt dışında bankacılıkta önemli bir yere gelinemedi

Olaya tersinden bakıldığında ise yani Türk bankacılığının yurt dışı faaliyetlerine bakıldığın kayda değer olduğumuzu görmüyorum. Yani şöyle bazı bankalarımızın girişimleri oldu özellikle vergisel açıdan daha avantajlı olan piyasalarda, sermaye kararlarının uluslararası piyasadaki ihtiyaçlarını gidermek amacıyla bunlar arasında başarılı olanlar da oluyor.

İş Bankası grubunun da bu konuda örnekleri var. Gerek şirket kurmak suretiyle gerek şube açmak suretiyle bunlar çok başarılı. Ama bugün baktığımızda uluslararası boyutlarda bir anlam ifade edecek bir seviyelere gelemedi ne yazık ki. Buna bu tabii bizim içerideki sıkıntılarımız el vermiyor ki, bir de gidip dışarıda sermaye koy yatırım yap.

Yoksa Türk bankacılığı gerek bilgi birikimi gerek teknoloji açısından uluslararası alanda bankacılığı rahatlıkla götürebilecek yetkinliktedir ve ne yazık ki çok önde olmayan bir takım ülkeler uluslararası bankacılığa Türk bankacılığından daha önce girme yoluna gidebildiler.

Banka müşterisi dahi olamayacak insanlara banka kurma lisansı verirseniz bankalar batar

Sadece 2001’de değil, önce de batı bankalar. Maalesef siyasi iktidarların kötü yönetimi nedeniyle olmuştur.

Devletin, banka müşterisi dahi olamayacak banka kredi müşterisi dahi olamayacak nitelikte bazı kimselere veya kuruluşlara bankacılık lisansı vermesi ve sonra bankacılık lisansı verilen kurumların devletin adeta sonsuz mevduat garantisi ile büyüdüğünü görüyoruz.

Böyle bir şeyi yapmak, kamu adını ve devlet adına hiç doğru değil. Zaten bu gibi durumlarda maalesef ülkemizde yüce divan soruşturmaları dahi yapılmıştır.

Bu tam tam söylediğinizin cevabıdır. Sanki o kadar banka batmasından ders alınmamış gibi banka lisansının açık ve şeffaf olmayan yöntemlerle verilmesi konusunda yüce divan yargılanması dahi ülkemizde olmuştur. Bu yetmezmiş gibi üstüne mevduat garantisi de verilmiştir. Yani kısacası ankacılık gibi bir konuda kamusal bir imtiyaz veriyorsunuz? Bunu önümüze gelene veremezsiniz. Denetiminden vatandaşı vergi mükellefini haberdar etmek zorundasın. Bu sadece bankacılık alanında değil, sigortacılık alanı da böyle eğitim alanı da böyle sağlık da...

Devlet titiz davranmalı

Devletin lisans verdiği her alanda. Bireylerin hukukunu korumak için son derece titiz davranmaması gerekiyor. Yani şu banka şu hatadan mı battı? Bu banka bu hatadan mı? Battının ötesinde bir problem bankacılık lisanslarının verilmesiden başlayan sıkıntılar var. Denetimle ilgili sıkıntılara bunlar günümüzde de ileride de sektörün ödemeleri ve denetimi? Risk unsurlarıyla bağdaşık yapılmazsa bağımsız kurumlar da olsa, sermayeler güçlü olsa da ortaya sorun çıkar.

Bugün dünyanın en gelişmiş addedilen ülkelerinde dahi sık sık bankacılık krizlerini görüyoruz.

Bu nedenle değil tasarruf etmek geçim sıkıntısı çektiği bir ülkede imtiyaz verilen bu gibi sektörler üzerinden yönetimler yapmamak yapanları da mutlaka kamuoyu önünde yargılamak gerekir.

Bugün bankacılık kanununa göre banka yöneticilerinin 20 yıla kadar görevlerinden ayrıldıktan sonradaki 20 yıla kadar yani çoluğu çocuğu ve ebeveynleriyle birlikte mal varlığı açısından sorumluluğu devam eder.

Kamu yönetilicileri için de sorumluluğun sürmesi gerekir

Ben konunun bunun aynısının ilgili kamu yöneticileri içinde olması gereğini her zaman dile getirdim. Savundum şimdi bir kez daha getirmiş olayım. Bunun mantığı da tamamen şudur. Türkiye imkanları kısıtlı bir ülkedir. Bu gibi konularda hata yapılmasından toplum etkilenir. Dolayısıyla .000 krizi kötü bir örnek. Çünkü kötü yönetimden yaşanmıştır. Her zaman bunların tekrar yük olması için düzenleme, yani yapısal reformların bitmek, tükenmek bilmeden sürmesi gerekir.

Yani tahlilinize bakar gibi sağlığınıza bakar gibi ülkemizin hukuk ve ekonomik sistemine bakmak, hukuk sisteminin de sürekli çağdaş yönlerini yenilemek zorundasınız.

Uzun lafın kısası yapısal reformların sürekli olması gerekir. Bu konuda eski ekonomi bakanlarımızdan birinin sürekli ‘esas olan hukuktur’ ifadesini daha genişleterek kullanabiliriz, çünkü bankacılık daha geniş anlamda ekonomi, ulusal ekonomi de, uluslararası ekonomi de itibar olmadan yürümez. Itibarın da aslı hukuktur.

Cumhuriyet henüz uzun ömürlü bir insan ömrüne sahip...

Cumhuriyetin henüz 100 yılında. Henüz bir insan ömrü kadar adeta uzun ömürlü kadar bir bir insanın ömrü kadar 100 yılında. Başta devlet yöneticilerimiz olarak bizlere ve özellikle erkin kişilere düşen sorumluluk, cumhuriyeti kuran kadronun yaptığı kadar en az onlar kadar, mümkünse onun ötesinde çağdaş uluslararası kuralların ülkemizde uygulanması lazım. Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüzyıla muhakkak uluslararası yapısal reformları, uluslararası nitelikteki yapısal reformları uygulayarak girmelidir. Bunda da insan sermayesinin en önemli şekilde değerlendirme imkanı yakalayacağını ben varsayıyorum. Hiçbir şekilde Türkiye'nin dün veya bugün önemini kaybettiğini düşünmüyor. Gerek bizler açısından gerek uluslararası. Iktisadi siyasi ortamda çok önemli bir ülke olduğunu ve genç cumhuriyetin aynen 22. Yüzyıla girerken yapıldığı gibi bu defa 21 yüzyıl daha fazla ilerlemeden. Yapısal reformları tüm alanlarda tamamlamasını diliyorum.

Ve bu vesileyle de cumhuriyetimizin ve bütün bu yapının bağımsız Cumhuriyetimizin ulus ve ulusal ekonomimizin kurucularına başta Mustafa Kemal olmak üzere şükranlarımı sunuyorum. Ruhları şad olsun, bizim çabamız cumhuriyetin ikinci yüzyılında onlara layık olmak. Yaptıkları daim olsun bundan ibaret beklentim, teşekkür ederim.

İç siyasetin de Türkiye'nin karabasanı olduğunu düşünmüyorum, çıkacaktır, toplum bunların içinden çıkacaktır diye düşünüyorum.

OLCAY BÜYÜKTAŞ

Yıpranmış bir coğrafya, kaynakları kıt ve adeta bir yangın yerinin ortasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, az sayılabilecek zamanda önemli ekonomik gelişmelere imza attı. İnişler çıkışlar, krizlerle geçen 100 yıllık süreçte 1930’lu yıllarda atılan adımlarla 1950’li yıllarda sanayileşmenin belirginleşmeye başladığı ülkede 1970’lı yıllarda uluslararası sermaye ve iktisadi kuruluşlarla tanışıklıklar da boy gösteriyor.

Prof Dr. Erinç Yeldan’ın 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde küreselleşme sürecine, dönemler halinde ülkenin Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Birliği, IMF, derecelendirme kuruluşları ile ilişkileri, kazandıkları ve kaybettiklerine ilişkin sorularımıza verdiği yanıtlar ve yaptığı değerlendirmeler özetle şöyle:

Avrupa kapitalizme ivmelendi, Osmanlı gerisinde kaldı

Genç Cumhuriyet nasıl bir ortama gelmişti kısa özetlersek, Anadolu coğrafyası yıpranmış, tahrip edilmiş, iliğine kemiğine kadar sömürülmüş bir coğrafya. İngiltere sanayi devrimini yaşamış, daha sonra sömürgeler savaşı başlamış. Balkan harpleri, Birinci Dünya Savaşı etrafımız yangın yeri. Biraz geriye gidersek, Osmanlı Evet Viyanalara gidiyor. Evet Akdeniz Osmanlı gölü haline geliyor ama bütün bunlar olurken özellikle 1500’lü yıllarda tam muhteşem Süleyman dediğimiz dönemde. Avrupa yeni teknolojik buluşlar, paranın ve ticaretin gelişmesi yoluyla kapitalizm ivmelenirken, Osmanlı bunun gerisinde kalıyor. 1850’lile gelindiğinde Osmanlı coğrafyası bir bütün olarak kapitalizmin çevresinde bir ekonomi. Dolayısıyla ulus ötesi tekellerin denetimi altında. Küçük küçük şehir devletleri küçük küçük. Şehir ekonomileri söz konusu. İstanbul uluslararası dünya ile tek irtibatı olan bir bölge.

Ve genç Cumhuriyet, böyle bir yapıyı devraldığı vakit temel tüketim mallarını dahi üretemeyen, onların hammaddesini sürekli olarak dışarıya veren ve dışarıdan da elde ettiği geliri çarçur eden tıkanık, güdük bir tarım sanayi.

Serbest ticaret adı altında İngiltere'nin Hollanda'nın, Fransa'nın, İtalya'nın, Almanya'nın ticaret tekelleri ve normları Osmanlı coğrafyasında kendi rasyonelitelerini bastırmış durumda.

Bu şartlar altında devlet eliyle üretim ve bir burjuva sınıfı yaratmak için sovyet tipi sosyalist ve planlamacı bir yola değil karma bir ekonomiye gireceğiz. Bunun özü itibariyle devlet üretecek ama üretirken de bir milli burjuvazi sınıfının doğmasına yol açmasına olanak sağlayacak zemin hazırlayacak. Bu sisteme özellikle 1950 ve 60’lar sonrasında da kendisinin çok daha net bir şekilde ifade edecektir. Ne var ki iki önemli şok bütün tasarımı yerinden oynatıyor.

Bağımsız bir iktisadi projesi olmaktan çok bir yurttaşlık götürme projesi uygunlanıyor

Cumhuriyet kurucu kadroları ilk yıllarda her şeyden önce kendi bağımsız politikalarını ulus ötesi tekellerin, ulus ötesi şirketlerin, ulus ötesi Jeopolitiğin baskısını hissetmeden arzu ettiği ve planladığı bir şekilde sanayiyi Anadolu’ya yayma rasyonalitesini gösterip bu iradeyi gösterebiliyor. Bu yapılan Anadolu'ya aslında bir yurttaşlık götürme projesi sadece bir iktisadi proje değil, bu çok açık. Bu tasarımı rahatlıkla uygulayabiliyorlar bağımsız olarak.

Küresel emperyalizmin Türkiye'ye empoze edeceği fiyatlama koşullarını, dünya fiyatlarının baskısını yırtıp kendi sosyal fayda ilkesine dayalı bir fiyatlama geliştirebiliyorlar.

Fakat sadece dışarıdaki şoklar değil de bu anlayış, bu tasarım, bu uygarlık projesi, Türkiye'nin rönesansla tanışması diyebileceğimiz bu çaba muhafazakar büyük toprak ağlarının, feodal yapının büyük direnciyle karşı karşıya geliyor. Hatta o kadar ki köy enstitülerinin kaldırılmasından doğu illerine de sanayi yatırımlarının gelişmesinde oranın aydınlanmasında bir yurttaşlık bilincinin oluşmasındaki en büyük engel toprak ağaları oluyor.

Dünyada da ikinci Dünya Savaşı sonrasında tarım malları lehine dönen bir konjonktür var.

Ülke sanayileşiyor ama tarım, tarım fiyatları sanayi fiyatının önünde gidiyor. Tarımsal hasıla çok daha değerli, çok daha büyük ve rant getiren bir olgu. Anadolu'nun toprak ağaları da bundan sonuna dek yararlanıyorlar.

“Köşeyi dönme” tohumları 1950’lerde atılıyor

Dünya savaşından sonra şekillenen dünyada Türkiye açıkça doğrudan doğruya, NATO'nun ve Amerikan tipi kapitalizm yanında yer alıyor. Küçük Amerika olacağız, karma ekonomiye dayalı Türkiye'nin özgün modeli, var olan dönem koşulları altında bu devletçi devletin önderlerinde karma ekonomi çok işine gelmiyor. Sermaye teknoloji, kârlılık, finans, kredi, batı dünyasında. Ve giderek 1980’nin o neoliberal dönüşümünün ilk meyveleri, işte ‘zenginleşelim’, ‘Köşeyi dönelim’ mantığının tohumları 1950’lilerde atılıyor.

Uluslararası jeopolitik içerisinde net bir şekilde Amerikan emperyalizminin bir yanında bir ordu olarak kurgulanıyor. Iktisadi ilişkilerde de işte IMF kurulacak. ABD görüyor ki, uluslararası arenada bir uluslararası bir finansa, bir para birimine ihtiyaç var ve bunu da herhangi bir ülkenin tahakkümüne bırakmayalım. Bir uluslararası örgüt kuralım daha IMF adı, yani uluslararası parafonu daha şekillenmemiş. Sonrasında IMF’yi kuruyorlar. Türkiye'de bu fikre çok angaje oluyor işte. 1944’te 947’de konferanslar oluyor. Türkiye IMF’nin ilk üyelerinden bir tanesi, beklenti o ki biz de Amerikan dolarının hükümran olduğu bir dünyanın yanında uygarlık cephesindeyiz ve IMF aracılığıyla bize ucuz kredi sağlanacak, ucuz krediye sağlanıyor.

Türkiye’ye ‘teknolojiye, üretime ihtiyacınız yok, siz ordunuzu pazarlayın küçük işletmeler, tarım üretimi yapın, gerekli malları bizden alın’ empozesi Anadolu'nun toprak ağlarının ideolojisi çok denk düşüyor.

Sanayi yatırımına büyük sanayilere hani ihtiyacınız yok, paranız da var bunu siz satın alırsınız. Satın almadığınız zaman IMF, hemen yanınızda size kredi açacak, destek sağlayacak.

Türkiye talep deposuna dönüşüyor

Ardından önce bir kömür birliği diye başlayan sonra Avrupa Birliği olacak Avrupa Ekonomik Topluluğu kuruluyor.

Biz de Yunanistan’ın peşinde onlar NATO’ya biz NATO’ya, onlar Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyoruz. Neyin peşinde olduğumuz tam net de değil.

İstek Avrupalı olmak, Amerikalı olmak ucuz krediye sahip olmak. Avrupa'da da tabii coğrafya yeniden şekillenmiş sanayiler yeniden ortaya konmuş Avrupa sanayisi, Almanya, Fransa üzerinden yürüyecek, Türkiye de ucuz işgücü ve bir tüketim deposu yani talep deposu fazla olacak. Böylece Avrupa’daki yoğun üretkenlikle üretilen mallar bizde satılıyor.

Gel gelelim 960 ihtilali Türkiye'de yepyeni bir uyanışa neden oluyor. Ulusal sanayi tekrardan gündeme geliyor. OECD içerisinde de Avrupa'nın entelejansiyası içerisinde de serbest ticaret neoliberal adı konmamış ama hani denetimsiz piyasalar üzerinden değil, yönlendirici bir kalkınma planı çerçevesinden kurgulanacak bir strateji fikri hakim olmaya başlıyor.

Türkiye’nin rönesansı başlıyor

1960’larda Devlet Planlama Teşkilatı kuruluyor. Birinci 5 Yıllık plan ile Türkiye’de popülizm veya daha yaygın siyasi dille peronizm diye adlandırılacak ithal ikameci sanayileşme, ulusal da sanayilerin ithalatı kısıtlanarak yurt içi üretimi, yurt içi tüketim ile tasarlayıp, bunun içinde bir plan yapacak bir sistem geliştiriliyor.

Bu belki 1920’lerin ikinci yarısından ikinci dünya savaşına kadar ki olan süre deki gibi ancak şimdi artık daha bilimsel, matematiksel, modern iktisat teorisi ve matematikteki ilerlemelerin aracılığıyla birlikte somut bir hale geliyor. Birinci 5 yıllık planlama çabası herhalde Türkiye'nin rönesansıdır.

Son derece kapsayıcı, bütün halkı sanayici, ticaret erbabı ve devleti kucaklayıcı bir rejim bir kapitalizm uygulaması olarak algılıyoruz. Öyle ki ticaret burjuvası bundan da son derece kazançlı.

Milli gelirin yüzde 15’ine kadar ulaşan kotları, ticaret rantları yurt dışından 100 dolara alıyorsunuz. Yurt içi de binlerce liraya satabiliyorsunuz. Ulusal sanayici destekleniyor işte Ford, Fiyat Renault yerine yerli Anadol üretiliyor.

KİT’ler o zaman ne kambur ne kara delik...

Yerli sanayi Türk Petrol,Petrol Ofisi, Seka tekrardan canlanıyor.

Sanayi hiç ulusal sanayici korunmuş, pazara hiçbir ithalat baskısı olmadan istediği ürünü istediği kalitede istediği fiyattan satma becerisine sahip devlet iktisadi kurumları KİT’ler kurgulanıyor KİT’ler evet, vasıfsız. Evet belki çok ağır. Arzu edilen kalitede değil ama sürekli ve ucuz. Kağıda falan maddesi selilloz demir çelik, kömür petrol ürünleri özel sektörün özel sanayinin hizmetine sunulmuş vaziyette devlet üretiyor. Elbette büyük zararlar oluyor. Elbette aşırı istihdam oluyor. Aşırı bir işgücü deposu ama büyük bir işlev görüyor. Nihai tüketim mallarında uzmanlaşan özel sektörün sanayicisine sürekli ucuz aramalı girdi sağlıyor. KİT’ler o zaman ne bir kambur, ne bir kara delik... Son derece önemli bir işlevi var. Ne var ki tarım sektörü ayrıca değerlendiriliyor. Gecekondulaşmanın önü açılıyor.

Peronizm Türkiye'de, Avrupa'nın 950’lilerde 60’larda bir merkez kapitalist ülkesi olarak yaşadığı refahı, kendi mütevazı koşullarında, kendi yağıyla kavrularak yaşıyor.

Ne var ki bu İthal ikameciliğini sonsuza kadar sürdüremezsiniz. Bir yerde yeni teknolojiler giderek artık daha fazla. Daha yüksek katma değerli yatırımlar daha pahalıya mal oluyor. Ağır sanayilerin geliştirilmesi gerekiyor ve bunlara da döviz yok. Dövizi kazanmamız lazım. Hani Sümerbank, kağıt fabrikası, gıda şeker fabrikaları üzerinden birinci tüketim mallarını üretebiliyorsunuz ama artık makine teçhizatı üretme aşaması, döviz girdisi ve ithalat girdisi daha yoğun ve bunların ülkede üretmek de mümkün değil ve dolayısıyla 977 -978 -979 krizine ve sürükleniyoruz. Petrol krizi bunun. Daha da tetikliyor. Bütün dünyada aslında artık kendiniz bu. Ekonominin çöktüğü bir döneme geliyoruz.

Bir yıllık ihracat kadar işçi dövizi geliyor

1971- 73 devalüasyonları Türkiye'de bir ihracat patlamasına neden yol açıyor. 1976’ya geldiğimiz vakit Türkiye'nin muazzam ihracat artışı var. İşçilerden yılda 2,5 milyar dolar döviz geliyor. Türkiye'nin toplam ihracatı 1981 – 82’lere kadar 2-2,5 milyar dolar. Yurt dışına gitmiş Hollanda, Almanya Avusturya’da çalışan işçiler aynı miktar dövizi ülkeye getiriyor 1970’lı yıllarda.

Böyle hiç ummadığı bir yurt dışı döviz girişi bu. İşçi dövizleri gibi büyüklük olarak da Türkiye'nin ihracat geliri kalemini aşan bir büyüklüğe ulaşıyor. Tabi hiç umulmayan, hiç beklenmedik bir gelir bu. 1975 -76 -77 hatırlayacaksınız, Necmettin Erbakan’ın ağır sanayi yatırımları Süleyman Demirel'in büyük barajlar kralı yatırımlarına Türkiye birdenbire finansman olanağı sağlıyor ve deyim yerindeyse bir mirasyedi gibi har vurup harman savuruyor. Bu olan olumlu anlamda büyük bir döviz şokudur. Olumsuz anlamda da bir mirasyedi gibi çarçur ettiğimiz. Plansız, programsız bir şekilde yurt içindeki ara bağlantıları, endüstriyel bağlantıları hiç tasarlamadan uluslararası sermayenin insafına terk edilmiş anıtlar haline dönüşüveriyor bunlar.

Türkiye, ihracata yönelen ama ihracata yönelik sanayileşemeyen bir ülke

1980’lere gelindiğinde uluslararası alanda birçok gelişmekte olan ekonomiyle beraber tecrübe edildiği gibi Türkiye de taşeronlaşmış kapitalizmi tecrübe edecek ve krizler yaşayacaktı.

Türkiye bu yıllarda ihracata yöneldi ama ihracata yönelik olarak sanayileşemeyen bir ekonomi oldu. Bu çok paradoksal bir durum. Ara mallarını alıyoruz. Türkiye içinde düşük katma değerli ucuz işçiliğe dayalı bir şekilde üretiyoruz, ihraç ediyoruz. Türkiye'nin özgün sanayisi değil, dışa bağımlı bir sanayi. KİT sistemi de tamamen devreden çıkartıldı. Seka kağıt fabrikası bile... Selülozu kendi üretmek yerine alıyor, demir cevherinin hammaddesini dışardan alalım.. Petrol zaten dışarıdan geliyor ve bütün kritik ara mallarında Türkiye'nin dışa bağımlılığı adım adım geliştirildi.

Kambiyo rejimi serbestleşti

1989’da bu sistem tıkandı. Turgut Özal paniğe kapıldı. O dönemde de Sovyet sistemi çökmüş. Biz Türkiye cumhuriyetlerine ağabeyi olacak bölgede küresel güç olacağız diye finansal akımları serbestleştiren 1989’un Ağustos’unda 32 sayılı karar ile yurt dışında kolay sıcak parayı edindirecek bir şekilde kambiyo rejimini serbestleştirdi.

Hiçbir şekilde bankacılık kesiminin ve Türkiye’nin finans kesiminin henüz bir mevzuatı bir BDDK örneği yok. Rekabet Kurulu yeni kurulmuş. Öyle bir serbestleşme ki, Fransa ile karşılaştırıldığında bizdeki kambiyo rejimi oradan bile serbest. Yabancı istediği kadar döviz getiriyor, isterse Türk lirası götürüyor...

Bu durum liberallik projesi gibi sunuldu fakat Türkiye’ye yoğun bir şekilde sıcak para geliyor. Bir haftalık iki günlük yüksek faizlerden nemalanıyor, yurt dışına çıkıyor. Tekrar geliyor, yeniden çıkıyor. Bir bağımsız para politikası, enflasyonla mücadele etme politikası izleme olanğı kalmadı. 1993 sonunda bu sistem çöktü. 1994 krizine girdik. Bu sistem dediğim gibi sadece Türkiye'yi özgü değil. Bütün dünyada spekülatif finans sanayi üretim hesaplarını alt üst eden ve dünyanın kıt tasarruflarının çarçur eden bir kumarhane kapitalizmi söz konusu oldu.

IMF’nin rolü de o sabit kur rejimlerini korumak olarak çıktı. Enflasyon hedeflemesi, önünü görebilecek kredibilite, şeffaflık... Bütün bunlar yepyeni terimler olarak dünya iktisat yazınına eklendi.

Asya'da da 1997’de artık dünyanın çivisi çıktı. Deyim yerindeyse asya krizi aynı Türkiye'nin 94 krizi veya Meksika 1994-98, Brezilya, Rusya ve nihayet 2001 Arjantin ve Türkiye peş peşe peş peşe krizler ortaya çıkmaya başladı.

1997 krizinden sonra Asya krizinden sonra bütün dünya’da IMF’nin itibarı çok sarsılmıştı.

Hatta Joseph Stiglitz, IMF’ye son derece sert eleştiren iki sayfalık bir mektup yazdı. IMF uzmanlarını çalıştığı ekonomilerin gece kulüplerini ve lokantalarını o ekonomilerden daha iyi bilen, kurabiye kalıbı raporlar yazan kişiler olarak değerlendirdi.

IMF özel bir programla Ankara’ya yerleşti

IMF’nin itibarı çok sarsılmıştı. Bir başarı öyküsüne iyi bir öğrenciye ihtiyacı vardı. Türkiye'nin bütün 1990’lar boyunca işte o zayıf koalisyon hükümetleri yüksek enflasyon. Asya krizden olumsuz etkilenmiş, 94 krizini yaşamış Türkiye, IMF için çok iyi bir rol modeliydi 1998’de.

Yani bu tarihin altını ne kadar çizsen az olur diye düşünüyorum. IMF ile Türkiye çok özel bir anlaşma yaptı. Sterf monitörün program, Türkçe’ye yakın izleme anlaşması diye çevrildi. Herhangi bir programı yok, stand by yok. Programın ötesinde bir birliktelik bu. Ankara'da bir ofis açıldı. IMF buradan artık yakından izleyecek. Adı üzerinde Türkiye'yi işte çerçeve anlaşmasına dayalı yıllık raporlar açıklayacak. Bütçeyle görüşmeleri yakından izleyecek. Daha o zaman orta vadeli programlarımız yok ama hâlâ DPT 5 yıllık planlar açıklıyor, onları denetleyecek, raporlayacak ve raporun sonunda da bir görüş bildirecek. Ve bu görüş o kadar önemli ki uluslararası finans çevresi tarafından Türkiye'nin derecelendirme notu belli olacak.

Bu ne demek? Bu bütçe açığı nedir? Cari işlemler açığımız nasıl karşılanıyor? Yeterince Merkez Bankası rezervi var mı? Memur maaşları nasıl seyrediyor? Bütçe içindeki sosyal maliyetleri programlarını boyutu nedir, ne değildir? Artık tamamıyla uluslararası finans sermayesinin çıkarlarına ve mantığına tabi.

Faiz dışında herhangi bir açık vermeyeceksin. Ne demek bu bütçe? Sosyal yatırımlar, eğitim, sağlık gibi alanlarda paras harcanmayacak. Para şu ana kadar alınmış borçların faizlerine ödenecek. Bunun dışında faiz dışı fazla ve hatta bu olağanüstü boyutlarda 2001 krizi sonrasında hatırlayacaksınız. Milli gelirimizin yüzde 6,5 faiz dışı fazla verecek. Sağlam bütçe olacak. Şimdi bir devletin bütçesi, bir şirket bütçesi gibi değildir. Yani devletin bütçesi, sosyal politikayı ve eğitimi, sağlığı işte sosyal dayanışmayı, ulaştırma alanı, sosyal hizmet üretmek için bir manevradir. Ama bunlar işte yeni küreselleşme dalgası altında olan hadiseler.

Sosyal alanlar bir bir kamu malı olmaktan çıktı. Bir ticari bir mal haline geldi. Parası olan eğitilecek parası olan sağlık hizmetinden yararlanacak parası olmayanda küresel sistemin dışına dışlanmış, sosyal dışlanmışlığa itilecek.

IMF programı harfiyen uygulandı, 2001 krizi çıktı

1998’de IMF ile attığımız adım bu bakımdan çok önemlidir. 2000 yılında IMF Türkiye'ye bambaşka bir program terk etti. Hani hep diyoruz ya işte IMF gelir. Develasyon işte IMF’den reçetesi bellidir diye bu reçetenin. Üstünde yepyeni bir şey tasarladı. Döviz kurları sabitlendi, daha sonra artış hızı sabitlendi. Döviz kuruna dayalı dezenflasyon programı. Mantık şu ki, 2.000 Ocak ayından başlayarak. 2000, 2001 2002 Haziran’a kadar 2 buçuk sene boyunca gün gün döviz kurum ne olacağı belli.

Şimdi tasarım hatası şu ki döviz kurunu sabitlediniz. Sermaye hareketleri serbest o kadar serbest ki 1989 koşullarında Bankalar sabit kurdan dövize alıyorlar. Hazineye şirketlere yüksek faizden veriyorlar. Muazzam bir döviz bolluğu muazzam bir güven, muazzam bir iş.

Başarı işte enflasyon düştü fakat muazzam bir dış ticaret açığı. Ucuz dövizden ithalat geliyor. Türkiye içinde işte muazzam bir lale devri yaşam. Bu tasarım hatası yüzünden, biz bu programı harfiyen uyguladığımız için çıktı kriz.

Yüzde 5 enflasyon hedefi ilk 2001’de telaffuz edildi

Kasım krizi ardından Şubat krizi oldu. 2001 IMF heyeti geldi. Kemal Derviş geldi. Güçlü ekonomiye küçük programı yayınlandı, işte hedefler dediler. IMF’nin diyorum ya yıllık raporları yayınlanıyor. 2000 1 Haziran ayında yayınladığı yıllık raporunda Türkiye ekonomisinin 2001’den 2005 kadar bir projeksiyonunu sundu yıl. Enflasyon yüzde 60 , yüzde 70’e kadar çıkmış, yüzde 20, yüzde 8 ve yüzde 5’e düşecek. Yüzde 5 enflasyonun ilk defa telaffuz edildi. Hani bugün, ya bu yüzde 5 hedef nereden geliyor diyorsanız kaynağı orta vadeli programdır.

Yüzde 5 büyüyen Cumhuriyet zaten tarihi boyunca yüzde 4,4 nokta sekizdir. Büyüme hızımız düşük enflasyonlu ama yüksek reel faizli bir ekonomi olacaktır. O bakımdan biz güçlü ekonomiye geçiş programını Ankara'daki hocalarımla meslektaşlarımla beraber İstanbul'dan birçok arkadaşımla beraber bu bir finans sermayesinin krizden çıkış programıdır dedi.

İşte ondan sonra Türkiye hakikaten yüksek reel faiz sunarak bu lale devrini bir kere daha yaşadı. 2005, 2006, 2007 işte meşhur cari işlemler açığının büyüdüğü Türkiye. Hızlı bir büyüme, çok hızlı bir Yüksek cari işlemler açığı görece olarak düşük enflasyonlu bir dönem yaşadık. Gray moderation dediler. Bu döneme tipik olarak neydi? Karikatürize ediyorum. Çin, Hindistan, Vietnam, Kore malları üretiyor. Amerika parayı üretiyor, finansı üretiyor. Amerika muazzam bir dış ticaret açığı veriyor. Para basarak ucuz dolarlarla finanse ediliyor. Herkes Amerikan doları karşısında ceketini ilikliyor. Herkes rezerv biriktirmeye çalışıyor. Herkes dolar sağlamaya çalışıyor. Çin ucuz iş gücü sayesinde bütün dünyayı ucuz mallara boğuyor, dolayısıyla bütün dünyada enflasyon düştü. Bütün dünyada dolar bollaştı. Dolayısıyla bütün dünyada faizler düştü. Türkiye'de göreceli olarak biraz fazla faiz vererek bu parayı kendisine çekti. Yükselen piyasa ekonomisi oldu. Yani, kelime anlamınadki gibi yüksek faiz vererek yüksek dış ticaret açığı vererek.

Yeni IMF programına gerek yok çünkü IMF zaten burada

2009’da da dünyanın çivisi bir kere daha çıktı.Türev enstrümanlar, türevin türevi enstrümanlar, dünya ekonomisi bir finansal çorbaya, bir aşureye dönmüş durumda. Vasıflı vasıfsız kağıtlar iyice harmanlanmış bir yerden kral çıplak sözcüğü fısıldanınca küresel finans sistemi çökmüş oluyor.

Sözü günümüze getirirsek, Türkiye IMF Avrupa Birliği ilişkileri açısından 2009 sonrası dünya büyük durgunluk süreci içinde her şey durgun. Faizler düşük, kârlar düşük, ücretler düşük, yatırımlar düşük, büyüme düşük, üretkenlik artışları düşük bir türlü hareketlenemiyor.

Türkiye'de de büyümek lazım. IMF konusunda net bir resmî tavır var: Biz IMF’ ye kalan borçlarımız ödedik. Türkiye'yi boğucu, Türkiye'de halkın aleyhine çalışan IMF’ye Türkiye'de yer yoktur, bu Imaj altında gidiyoruz ama IMF dediğim gibi Ankara'da zaten çalışmalara devam ediyor. Yani IMF Türkiye'nin içinde. Bunun dışında bir stand by yapmamıza zaten ihtiyaç zaten gerek yok.

Planlı kalkınma modeline ihtiyaç var

Önemli olan Türkiye'nin kendi ulusal sanayi tarafı, hani ulusal derken dışa kapalı anlamında söylemiyorum girdi çıktı bağlantıları Türkiye içinde kurgulanmış. Bir bütünlük arz eden ve coğrafi olarak da artık İstanbul'un Eskişehir'in, Ankara'nın doğusuna, sanayilerin taşındığı, sosyal hizmetin oraya taşındığı yeni mükemmeliyet merkezlerinin kurulmasının gerektiği bir planlı kalkınma modeline ihtiyacımız var. Yeniden bir 1960’lar Türkiye'sini yaratmak elbette anlamsız ama şimdi artık yepyeni teknolojilerle işte organik tarım, yeşil dönüşüm, yeşil sanayiler. Konferans turizmi agrowne endüstriler ve burada da devletin mutlaka öncü rol oynayacağ hani artık devlet süt üretmez, kumaş üretmez yani böyle saplantılardan kurtulup devlet ne üretmesi gerekiyorsa onu üreteceği bir planlı kalkınma modeline ihtiyacımız var. Bu konuda irade ne yazık ki yok. Birsel, kuruç hoca ve arkadaşları Ankara'da 21. Planlama diye çok önemli çalışmalar yapıyorlar. Bu fikri yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Onlara da buradan bir emekleri için teşekkür ederek sözümü biteyim.

Cumhuriyet kurulurken arzu edilen ekonominin aksi bir yerdeyiz

Cumhuriyeti kuran kadroların hayal ettiğinin öyle zannediyorum ki bunun tam aksi bir spektrumdayız. Devletlerde şirketler gibi yönetilir. Nerede kâr elde ediyorsak onu üreteceğiz. Üretilmesini olmak sağlayacağız. Kolaylaştıracağız. Zarar edilen sektörlerde de çıkacağız ve. Ucuza ithal edebiliyorsak ucuza ithal edeceğiz. Pahalıya satabiliyorsak da ihraç edeceğiz. Şimdi bunlar çok akla yatkın gelen kavramlar gibi duruyor. Fakat unutmayalım ki. Statik bir olga değil, adı üzerinde kalkınma uluslararası iş bölümü içerisinde yeni bir sıçrama yapmak, yeni bir noktaya gelmek ve özü itibariyle aslında kalkınma sözcüğünden bugün üretemediğiniz şeyleri üretebilir, tüketebilir hale gelmek, yani kalkınma sözcüğünün arkasında iktisat tanım olarak da düşünüyorum. Ben bugün üretmediğim şeyleri üretmekten vazgeçiyorum, ithal etmeye devam edeceğim dediğinizde kalkınmanın da zaten sınırını koymuş oluyorsunuz. Yani tanım gereği bu bir bağımlılık okulu.

Uluslararası ticarette bir sanayileşme stratejisi ile beraber eş zamanlı olarak yürütmek, dünyaya kapanmak, her şeyi kendi içinde üretebilmek değil ama stratejik olarak belli hedefler doğrultusunda belli sanayilerin gelişimini devlet yoluyla öncülük etmek, onları teşvik etmek. Daha sonra teşvikçi çekip yeni sanayileri gündeme getirmek işte çok öykündüğümüz Kore modeli hatalarıyla sevaplarıyla bir yerde karikatürize bir şekilde bu dinamik tasarımın sonucunda ortaya çıkmış bir model.

Şu da var, uluslararası iktisatta hep söylenir. Fikirler, kurumlar, kültür, sosyal davranışlar kolay ithal edilen kavramlar değil. Kendi özgün koşullarımıza göre 1930’ların, 1960’ların tasarımı gene aynı biçimde değil ama o anlayışın 2020’ilerin 2030’ların Türkiye'sinde hakim kılınması gerekiyor. Yurt dışına kapanmayı kendi içimizde kapanmayı kastetmiyoruz ama stratejiyi, ticareti, stratejik olarak sanayileşme uğruna Türkiye kaynaklarına dayanan bir sanayi olarak yeniden kurgulanmaktan bahsediyoruz.
Bu da piyasanın anlık dakikalık finansal getiri götürü hesaplarına, borsasına veya anlık tarzlar hesaplarına dayalı bir kavramsallaşma olması mümkün değil. Çünkü uzun dönemli bir tasarımdan bahsediyorsunuz. Öyle zannediyorum ki işte genç cumhuriyette bu anlayış vardı. Yani bağımsızlık derken bunun piyasa koşullarında çalışalım, işte ucuzu ithal ederim, pahalıyı satalım. Bu kadar basit değil.

Çünkü kalkınma felsefesini sezmişlerdi. Onun enstrümanlarını kurumlarını oluşturmaya çalıştılar, işte hem iç hem dış konjonktür bu kadar müsaade etti, biz de de bu kadar gittik.

Advertisement