Merkez Bankası ne yapar?
Bir taraftan S400 konusu gündemde kalmaya devam ederken, piyasaların gözü haftaya 25 Temmuz’da yapılacak olan TCMB PPK toplantısında. Başkan değişikliği öncesinde Temmuz ayında 100-150 baz puan indirim bekleyen piyasa, bu beklentiyi yükseltmeye başladı. Gelen haber akışına ve açıklamalara bakarsak, önümüzdeki toplantıda 300/400 baz puanlık bir indirim sanırım şaşırtıcı olmayacaktır.
Enflasyonun “geçici” de olsa tek haneye inme olasılığı, global tarafta merkez bankalarının yeniden genişlemeci hamlelere geçiyor olması ve gelen açıklamalarda büyümeyi destekleyici politikalara kayışa dair daha net sinyaller, Eylül-Ekim civarında çok daha yüklü, kümüle bir faiz indirimi ile karşılaşma ihtimalimizi yükseltiyor.
Her ne kadar piyasa 25 Temmuz PPK toplantına ve ardından da Temmuz sonu Enflasyon Raporunda iletişimin nasıl olacağına kilitlenmiş olsa da, asıl kritik zaman Ekim-Kasım sonrası olacaktır.
Elbette varolan %24’lük politika faizi, enflasyondaki gidişata baktığımızda yüksek kalmıştır ve düşmelidir de. Lakin bunun miktarı ve zamanlaması da önemli. Önden yüklemeli bir indirim görmemiz zaten yüksek ihtimal, ama bundan öte Kasım-Şubat arasında enflasyon yeniden %12-14 bandına çıktığında TCMB’nin nasıl reaksiyon vereceği kritik. Sn Başkan’ın hafta sonu konuşmalarına baktığımızda makul bir reel getiriden bahsedilse de bu konu üzerinde rakamsal fikir yürütmek çok anlamlı olmayabilir. Hele ki geçmiş dönem karşılaştırmaları yaparak. Çünkü geldiğimiz süreçte enflasyon 2004’ten bu yana, son 15 yılın en kötü dönemini geçirmekte. Verinin kendisinde sadece kur geçişkenliği değil, geriye dönük fiyatlama faktörü ağırlık kazanmış ve enflasyonun trendini kalıcı olarak değiştirmiş/bozmuş durumda. Bu durum da 2018 yılında başlamış değil. 2013 ile başlayan ve 2015-16 sonrası hızlanan bir bozulma trendi. Yanıbaşımızdaki Avrupa ya da Atlantk’in diğer ucundaki ABD neden enflasyon üretemiyoruz diye hergün politika arayışına girerken, bizim enflasyonumuz %16 civarında ve Temmuz’da muhtemelen %17’nin üzerine çıkacak. 1970’lerden bu yana global enflasyona bakarsak, son 50 yıldır enflasyonun hiç olmadığı kadar düşük seyrettiğini görebiliriz. Bu global ortamda, bırakın %20 seviyesini 2019 sonunda %12-13 seviyesinde dahi bir enflasyon üretiyor olmak hafife alınmaması gereken bir sorun. Mücadelesi de bir o kadar zor. Olması gereken reel faiz hesabı da, zaten TCMB’nin hedefleri ve o hedefe ulaşmak için tayin edilen reaksiyon fonksiyonu ile alakalı. Büyüme öncelikli hedef ise, bu tartışmayı doğru yapabilmemiz de oldukça imkansız.
Konuya dönersek, enflasyon ile asıl mücadelemiz, muhtemelen önce tek haneye indiğinde, ardından da yeniden %12-13’lere yükseldiğimizde, yani Kasım 2019 sonrası başlayacak. Büyümeyi hedefleyelim, kredi genişlemesi sağlayalım gibi bir tercih yaparken, tıpkı 2018’de yaşadığımız gibi bir anda %15, ardından %20’lere yükselmiş bir enflasyonla karşılaşma riskini azımsamamalıyız. Enflasyonu bozan sadece değer kaybeden TL ve kur geçişkenliği değil. Enflasyon beklentilerinin doğru yönetilemeyişi ve geriye dönük fiyatlama davranışının artarak enflasyonu etkileyen bir faktör haline gelmesi işimizi çok zorlaştırıyor. Mücadelede sadece para politikası da yeterli değil. Gıda, enerji ve tütün/alkol vergiler tarafında enflasyonu kalıcı yüksek tutan faktörleri çözemediğimiz müddetçe de bu mücadelemizde başarılı olmamız çok zor. Özetle geldiğimiz nokta, faiz ve Merkez Bankası tartışmalarının bir miktar ötesinde, çok daha derin, topyekün iktisat politikalarımızla ilgili olabilir.